top of page

Senin Beyazın...

Sen yankısız şarkılar söylemeye alışıksın. Senfonik ezgiler seni tanımaz. Ben acılarla yüklü bir tarihin her türlü tanığıyım. Telime dokunmayı bilmelisin çağını anlamak için. Çünkü insan eylemde bulunmadan anlayamaz kendi gerçeğini. Ben senin gerçeğinim. Tarihsiz söylencelerinin, umutlarının ve sevinçlerinin tınısıyım. Senin sözsüz duygularına ses, anlam veremediğin sesine tel… Ben senin yüzüne aynayım. Güzelliklerine tut beni. Aşkınla avut beni.
Senin beyazın kardır biliyorum.
Upuzun saçların sızısı süt beyazın…

Düşün Karacaoğlan’da aşk nasıl vurdu kendini açığa. Dadaloğlu erliğini meydanlara nasıl haykırdı. Köroğlu diye bir yiğidin avuçlarına değdim ve coğrafyadan coğrafyaya, tarihin o dar dehlizlerinde biçim değiştirdim hep. Ve şimdi yüreğimi ellerine verdim. Dokun ki sevecenliğinle açılsın yüreğim. Dokun ki akan sularda ses vereyim. Dokun ki matemim son bulsun. Acemi ellerine ahenk, düzensiz duygularına dem getireyim. Dokun ki tutukluğum bitsin; avaz avaz bağırayım yaralarını. Dokun ki sarayım yaralarını. Ben senin ellerine hasretim. Yatağının bir ucunda unutma beni.
Senin beyazın kardır biliyorum.
Upuzun saçların sızısı süt beyazın
Tuhaf bir ezgidir gençlik. Gür ve anlaşılmaz nağmedir çoğu zaman.  Zaman geriye olanak tanımaz kendini tanımadan. Beni unuttuğun anları taşıyamam. Çatlarım kahrımdan. Utanırım evinin bir köşesinde tozlanan gitarın olmaktan. Tozlu raflarında unutma beni.
Senin beyazın kardır biliyorum.
Upuzun saçların sızısı süt beyazın
Senin karlı bir kış gününün akşamında tanıdım. Kardın. Sonra karıdın. Bütün temiz duygularımdın. Görmedin. Yıllar eriyen kar misali eskitti bizi. Beyaz uzun saçların hala kalbimin en derin sızısı…

Kim

Bir sözcüğün ardından neden diğerinin geldiğini bilmeden ve düşünmeden yazıyorum. Çünkü hayatımın tıpkı bu ardışıklık gibi gelip geçtiğini düşünüyorum. Arada bir durup düşündüğüm de oldu ama aslında tamamen gelip kendiliğinden geçti. Yılların bende bıraktığı izlerin anlamını kavramam çok zaman alacak biliyorum ve belki de anlamağa vaktim olmayacak ama sevgi denen şeyin nasıl olduğunu yakıcı bir şekilde anladığımı düşünüyorum. Aslında kendini görmeden bakmakmış dünyaya. Kendini ne denli yok edersen aşkın alevi o kadar çok çıkıyormuş. Aşk insanın kendini yakmasıyla güçlenen bir ateşmiş meğer. Yakıtı kendimiz olan bu acı dindiğinde artık bambaşka bir kişi çıkıyor küllerinden. Yeniden aynı şekilde sevmesi mümkün olmayan. Kalbin kırık parçalarını toplayarak yapılan her çaba kendi başarısızlığını getiriyor er ya da geç. Oysa yeni bir şey yapmak gerekiyor belki de. Yepyeni bir alevin odununu çatmak gerekiyor yeniden. Hayat bilgisi bana bunu öğretiyor. Kalbimiz sevmeyi yeniden öğreniyor, güvenmeyi de ama temkini de öğreniyor. Kendini ateşten koruyarak sevmenin sakinliğiyle başlıyor ikinci hayatına.
Sözcüklerin anlamına çok güveniyorum. Önem veriyorum. Neyi kastettiğimiz çok önemli oluyor. Kastetmek bilinçlilik içeriyor. Önünü gördüğünü, hedeflediğini ve bilinçli bir şekilde yöneldiğini gösteriyor. Bu yüzden çok önemli. Kastederek konuşmalıyız. Sözcükleri bir ipe sırayla dizerken anlamları arasındaki ilintiyi nakış gibi işlemeliyiz. Çünkü dil anlamını ifade edemediği şeyi söylememiş olur öbür türlü. Boş konuşmanın edebiyatını yapmış oluruz.
Bir aynaya bakıyorum şimdi. Aynadaki yaşlanmış yüzümün kime ait olduğunu düşünüyorum. Genç olduğu zamanları hatırladığım bu yüzün şimdi hangi yüzünü sevdiğimi anlamaya çalışıyorum. Ben bu yüzü hiç sevdim mi diye düşünüyorum. Ömrüm boyunca aynaya her baktığımda başka bir yüz görmeyi arzuladığım bu yüzden kaçamamanın derin hüznü var üzerinde. Kırışıklarla dolmaya başlamış göz kenarlarım, artık yok denecek kadar az kalmış saçlarım, öne çıkmış koca göbeğimle bu hangi kişi? Kim? Açlıkla sınanmış gençliğinin hüzün dolu hatıralarıyla yediği her lokmadan geçmişin öcünü alan bu kısa boylu tıknaz adam kim? Hayatta hangi kalıcı izi bırakıyor acaba? unutulmaması için ne gibi bir değeri var? Çocukları ve karısı onu neden saygıyla ve özlemle hatırlasınlar? Bu ayna kendisine yansıyan siluetleri geri alabilme gücüne sahip olabilseydi keşke… Yirmi yıl önceki üzgün ama genç sayılabilecek halime bakıyor olsaydım keşke. Keşkeler hayatın beyhudeliğine bir göndermedir ne yazık ki.
Ve ben bir sözcüğü diğerinin ardına düşünmeden diziyorum şu an. Kastetmek istediklerimi düşünmeden aklımdan geçtiği gibi yazıyorum. Çünkü elli yıllık hayatımın bir zeytin tanesi kadar değer üretmediğinin bilinci kazıyor kalbimin en derin yaralarını. Küçük bir siyah kedinin bile orijinal davranışlarıyla kalbimizde iz bıraktığı dünyada bir insanın onca uzun yaşamasına karşın kalıcı bir iz bırakamayışı ne acı.
Herkese karışı doğru ve dürüst olma çabasındaki ikiyüzlülüğü kavramam bugüne kalmış. İnsan herkese ve her olaya karşı dürüst olamazmış. Doğruyu söylemek ve doğrucu olmak en yakınlarını bile incitecek bir davranışmış. İnsanoğlu doğruyu değil, bencil mutluluğunu arıyor. Dünyayı kurtarmanın trajedisi burada yatıyor. Mutlu ve eşit bir dünya hayaliyle insanları incitenlerin bilmesi gereken en öncelikli şey her insanın bencil ve acımasız olduğu; kendi amaçları için yapmayacakları şeyin olmadığı. İyilik ve güzellik sosuna bulanmış zorbalıkların tarihidir dünya. Herkes iyi dediği bir şey için acıtır diğerini. Sevgi de bunlardan biridir sadece. Karşıdakinin sevgisi buna dayanma gücünü artırır. Varoluşsal bir tehdit alıncaya kadar.

Merak

Güzel bir dünyanın olmayacağına inanırsak, okumanın, resim yapmanın, güzelliğin bir anlamı kalır mı? Yaşamanın anlamı nasıl olabilir?

Bir evin bodrum katında yaşıyorum. Tuvaletim burası, yemek salonum, yatak odam, banyom burası. Kırk santime elli santim bir pencerem var dışarıyı görebildiğim. Bu yüzden sabah erken kalkıp dışarıyı seyrediyorum dünyanın var olduğunu anlamak için. Kuşlar ve ağaçlar bunun kanıtı oluyor bana.
Hayat nedir diyorum bazen. Soluk alıp vermek, düşünmek, çabalamak, emek vermek, üremek nedir? Neden bunca çaba? İstesek de durduramadığımız bencilce bir duygu bu: Yaşamak. Sonradan zengin anlamlar kazanmış boş bir söz. Canlı olmaktır aslı. Ağaç gibi, böcek gibi. Oysa biz ona özel anlamlar da yüklemişiz. Yiyip içmek, eğlenmek, sevişmek, renklerle başka kombinasyonlar yaratmak, olmayanı hayal etmek ve üzerine koymak gibi. Yayladaysan yanına bir de deniz hayali iliştirip güzelliği katmerleştirmek. Denizdeysen yanına yemyeşil bir doğa, soğuk içecekler, tatlılar, dondurmalar vb. oysa ben büyükçe bir mezarın içindeyim şimdi. Her gün yerimden kalkabiliyorum. Dolaşabiliyorum odamda. Bir şeyler yiyebiliyor, çişimi yapabiliyorum. Beni burada yaşatan şeyi de biliyorum. Bir gün dışarı çıkma hayali. Ama bu umut yok onu da biliyorum. Eğer bu umudun olmadığına inanırsam ne olur peki?
Bu sabah erkenden uyandım. Aslında sabah veya akşam olduğunun pek önemi yok. Sabah dediğimde gün ışığı oluyor dışarıda, akşam olunca gün ışıksızlığı. Işığa göre hareketlerimizin şekillenmesi de ilginç değil mi? Işıklar görününce haydi sabah oldu kalk diyoruz kendimize. Oysa gece görüşümüz olsaydı bunun bir önemi kalır mıydı? Demek ki gündüz gözlerimizin kapasitesiyle ilgili olarak önem kazanıyor. Oysa aslında bir önemi yok. Belki karanlıkta da görebilseydik, yepyeni renkler belirleyecektik. Zifiri kara, gri kara, açık kara, karanlık, sarı kara, ay ışığı karası vb. karanlığın elli tonu o zaman anlam kazanacaktı. Karanlık tabiri insan için nasıl şimdi olumsuz bir çağrışım yapıyorsa, o zaman da aydınlık kadar güzel bir anlamı olabilirdi. Sabahın hayrından akşamın şerri iyi diye bir atasözü bile olurdu belki. Hep sabahın olmasını bekleyen çalışmak zorunda olan insanoğlu, o zaman yirmi dört saat özgür olabilirdi. Uyumak ve uyanmak tabirleri de anlam kaybına uğrayabilirdi. Cep telefonlarındaki rahatsız etme modu da gereksiz olurdu.
Gece eğlencenin ve seksin çağrışımından kurtulup, spermsiz bir steril anlam kazanabilirdi. Çocuklar gündüz de yapılır, sabah akşam seks yapılır, kadınlar kendilerini gizlemek için karanlığa sığınamazlardı.
İnsanların büyüklük özlemleri ve büyüme tatminsizlikleri bu küçücük dar odada o kadar anlamsız görünüyor ki.
Karanlık insanın içinde olursa peki? Kara delik diye ifade edilen ışığın üzerindeki bir koyuluk mu? Yoksa ışığın ortasından geçen bir karanlık mı? Yoksa kütlesi de olan bir varlığın ışıksız hali mi? Işığın bile kendi karanlığı var içinde o halde insanın neden olmasın. İnsana kendi karanlığının gölgesi düştü mü iflah olmasına imkan yok.

Benim hikayem sadece merakla ilgili…

Geçmiş

Geçmişle gelecek birbirinden ayrı değildir. Biz her gün geçmişimizi birazcık düzelterek ilerleriz. Bazen de var olanı bozarak gerileriz. Geçmiş bizim içimizdeki bizden başka bir şey değildir. Geçmiş anılara gömülmüş kuru cansız ve ölü resimler değildir. Geçmiş bugün yaşayan benliğimizdir. Geçmiş dediğimiz şey farkına vardığımız bugünden başkası değildir. Bugünün kendisini ifade ediş şeklinden kaynaklı yanlış anlamalar hafızamızı ve aklımızı karıştırıp durur. Oysa her şey biz doğduğumuz andan itibaren çekilen bir yay gibi bugüne kadar esnemiştir. Ucundan tuttuğumuz şey geçmişin bir parçasıdır. Yayın koptuğu an bilincimizin kaybolduğu andır. Siz buna ölüm de diyebilirsiniz.
Elime aldığım bir karpuzun kokusunu içime çektiğimde onu sevmeme sebep olan o kadar şey gelir ki aklıma…serin ve ıslak o yumuşak kokusu, yeşil ve tozlu kabuğu, ucundaki kurumuş bağı, bıçağı daldırdığımızda çıkan çıtırtılı sesi ve şakırtılı ayrılışı birbirinden. İçindeki kızıllık, siyah ve beyaz çekirdeklerin sıralanışı, gözenekli sulu yapısı, ağzımıza aldığımız sulu tatlı tadı hepsi hepsi çok tanıdık. Kabuğun dışındaki toz olgunlaşmayı beklerken zaman içinde biriken tarlanın tozu.
Başımda güneşin yakıcı sıcağı, o henüz dallarını toprağa salarken başlayan yolculuğun küçük keleklerin kırılmasıyla devam eden sonra büyüttüğümüz karpuzların toplanıp kamyonlara doldurulması esnasındaki kırılırcasına ağrıyan bellerimiz, üç kuruşa halde sattığımız karpuzun parasıyla üç beş ihtiyacı alıp döndüğümüz şehir yolculukları. Toprağa karışan çürümüş karpuz kokusu, yediğimiz kuru karpuz çekirdekleri. Hepsi burnumun direğini sızlatır. Birileri marketten manav reyonundaki görevliye çekirdeksiz mi bu diye sorarken aklımdan geçen bu anıların etkisiyle avazım çıktığı kadar bağırıp “siktir” demek isterim. Daha bir sürü şey gelip duruyor böyle.
Peki beni bu kadar alıngan ve duygusal yapan ne? Neden bir karpuz çekirdeğini doldurmayacak mevzuda bu kadar duygusallaşıyorum? Neden anılarla bu kadar yakın etkileşim içindeyim? Geçmişte mi yaşıyorum yoksa? Geçmiş benden ne kadar uzakta?
Bazen tavuk yemeği yaparken, yumurta yaparken aklıma geliyor peşinden koştuğumuz tavuklar. O yakalanınca öldürüleceklerinden korkup zikzak çizerek önümüz sıra koşan tavuklar. Köyün en baş temsilcileri. Tavuksuz köy olur mu hiç? Tavuk olan yerde yumurta da olmazsa olmaz. Yediğimiz közlenmiş yumurtalar, haşlanmış yumurtalar, yağda yumurtalar, tereler, maydanozlar, yeşil soğanlar hep birbirini çağırıyorlar. Tavuk bir tarih olup çıkıyor içimden.
Peki tespih desem? Zeytin çekirdeklerini kavurup, kınaya yatırdığımız, günlerce zımparalayıp, pürüzsüz bir tespih tanesi elde etme uğraşlarımız, zeytin yağı kokan ellerimiz geliyor hemen.
Oyuncak araba alırken telden yaptığımız kamyonlar, arabalar geliyor, uzun direksiyonlarıyla peşinden koştuğumuz şahane oyuncaklar.
Küçük bir ark görsem yarıştırdığımız çöpler gelir akan suda. Çamurlardan ocaklar yapıp sap yakardık, bir de tümseklerden aşağı kayganlaştırdığımız topraktan yalınayak yıkıla kalka kaydıklarımız.
Birini sevmek deyince çocuk aklımızla ilk eline dokunduğumuz masum kızlar ve erkekler gelir küçücük. Bizi biz olduğumuz için seven. Görünce gözlerinin içi gülen mahcup. Ayrılıp giderken sessizce boyun eğip talihine küsen kızlar ve erkekler.
Her şeyin masum olmadığı zamanlarda gelir elbet çirkinliğin diz boyu olduğu, birbirimizi kirlettiğimiz. Hayatın bütün oyunlarını birlikte oynayıp yetenek kazandığımız. Geçmiş bizim gölgemizdir. Bizi en yakından takip eder. Bazen büyük görünür gözümüze bizi yıldırır, bazen cesaret verir her şeyi küçük gösterir. Geçmiş yaşanmışlıklarımızdan ve yaşadıklarımızdan ayrı değildir. Biz bir şeyi yaparken geçmişin elleriyle tutarız, geleceğin gözleriyle bakarız. Geçmiş aslında yetersiz bir söylem olarak geçmiştir ama aslında geçmemiştir, bugünün çıktısıdır, bugünün içindedir.
Önemli olan geçmiş deyince ne kadar uzağa baktığınızdır. Ben çok yakınıma bakıyorum. Çünkü her gün olanla olmuş olanlar bir ve bütün bende. Dün yapılanlar hep hatalı olanlar değildiler. Doğru bildiklerimiz ve yanlış bildiklerimizin birlikte var ettiği doğrultuyuz biz. Ama doğru değiliz. Bir ince hayat çizgisini başlangıcından beri düzeltip son noktaya kadar çekmeye çalışan garibanlarız. Ulaşılacak noktayı bilmeden ama bir nokta olduğunu bilerek yaşayan zavallı benlikleriz. Karıncalar bile bizden şanslı. Hiç olmazsa onlar bir son olduğunu bilmeden yapıyorlar yaptıklarını. Biz ise geçmişi alıp geleceğe bağlamakla uğraşan ahmaklarız. Bir sonu olduğunu bilerek sonsuzmuş gibi yaşayabilen gamsızlarız. Midesinin alabileceğinden fazlasına sahip olmak için birbirini yiyen garip mahluklarız. Yüzyıllar önce de böyleydik, şimdi de böyleyiz. Peki söyleyin geçmiş nerede?
Bir karpuzun ateşlediği kıvılcımla alevlenen anılar zinciri mi? Yoksa bir tavuk ve yumurta ikilemi mi? Geçmiş bir günahın ödenemeyen kefareti mi bin yıllardır? Bitmeyen kardeş kavgalarının halen devam etmesini nasıl anlıyorsunuz? Hiçbiri geride kalmıyor. Dinler tarihi şahittir. Ne tanrının sözü ne sözün tanrısı eskiyor ama hayat eskiyor nedense. Belki renklerin solmasındandır zamanın tesiriyle. Ama geçmeyen bir zaman kavramının içinde kendini tüketen şimdiye üzülmek ve önümüze bakmak için kendimizi avutmaktır belki de.
Ama geçmiş sizi hiçbir zaman bırakmaz, yanınızda taşırsınız ilk yardım çantası gibi.

Anlamak

Kim kendi dışındaki bir varlığa bir anlam yükleyebilir hale gelmişse anlamıştır onu biraz. Nihai bir sonuç elde etmek için belirlenimlerinden yola çıkmışsa, biraz deşelemişse onu, anlamaya da başlamıştır. Anlam, yüklenmiş bir şey olmaktan başka nedir ki? Sizin bir şeye, ondan bağımsız olarak, yüklediğiniz yük… ve bu yüklenilmiş olanı, başka birinin eksiksiz olarak indirmesini beklersiniz. Kırmadan, dökmeden; yani eksiltmeden…Anlamı çözmeden, anlamaktan bahsedemeyiz. Ama anlamı eşdeğer kılmadan çözmek de zordur. Anlamak istediğimiz şey topraksa örneğin; toprak, nesnel varlığından soyutlandığı anda kişiselleşir. Bu durumda bizim ona yükleyeceklerimiz farklılaşır. Anlama sorunuyla o zaman karşılaşırız. Anlamak o zaman çetrefil bir sorun olur. Çağdaş insan her şeye yeniden anlam yüklüyor. Onu daha kendisine ait bir şey haline getirmek için uğraşıyor. Günümüzde insanın doğa ve eşyayla kurduğu ilişkinin bağlamı, gerçekliğinden o denli kopmuştur ki, yeniden eski haline getirmek mümkün olmuyor artık. Doğrudan ilişkilerin yerini, özel anlamlı iletişimler almış, nesneler fetiş haline gelmişlerdir. Varlık soyut bir anlam dizgesi içinde kendisi olmaktan çıkmış, su içmek için kullandığımız damacananın boğazı, cinsel bir kimlik kazanabilmiş ve bir insan onunla şehvetli bir buluşma halinde medyaya yansıyabilmiştir. Bütün bu anlam kaymalarının yanı başında, insanın insanla olan ilişkisi de orijinalliğini yitirmiş ve farklı anlamlar yüklenmiştir. Cinsiyetler tüketimin çerezi haline gelmiştir. Sembolik anlamlar, gerçek anlamdan daha güçlü içerikler kazanmış, artık kendi anlamımızı aramaktan yorulur hale gelmişizdir. Günümüzde anlamak bir erdem haline gelmiştir. Anlamak olağan insan ediminin dışında olağanüstü bir niteliğe bürünmüştür. Artık anlama ve anlamlandırma guruları ortaya çıkmış ve bize ıskaladığımız anlamları vaaz etmeye başlamışlardır. Eğitim, özgül bir işleve daha sahip olmuştur: özel anlamlandırma. Özel anlamlandırma, bildiğimiz anlamlandırmanın ötesinde, yoruma tabii tutarak olası en uygunsuz zorlamaları da dâhil ettiğimiz bir işlem olmuştur. Bu yaşadığımız hayatı bazen bir yalandan ibaretmiş dedirtecek denli ileri gitmektedir. Oysa kabullenmek, olduğu gibi kabul etmek diye bir şey var. Değiştirmeden; bir şeyi kendi doğasında olduğu gibi görmek; varlığını kayıtsız şartsız tanımak. Bu kolaylık sınırlarını çoktan aşmış görünüyor. Anlamak gerçeğe dokunmaktır; değiştirmeden, kendi güzelliği, çirkinliği, iğrençliği veya mükemmelliği içinde. Anlamak varlığı zorunluluğu içinde kavramaktır. Varlığının nedenlerini kabullenmektir; bize bağlı olmadan, kendi gerçekliğinde; kendi nedenleri ve sonuçlarıyla. Anlamak varoluşun getirdiği mesajı çözmektir. Başkaca zarflara konulmuş, şahsi mesajlarla kirletilmeden. Kabul etmek ya da reddetmektir. Oysa şimdi anlamak çağdaş bir ironidir.

Arz ı Hal

Sana söylenmedik sözler büyütüyorum bahçemde. Solmayan çiçekler yetiştiriyorum. Renklerini bilmediğim çiçekler… Dallarına konan böcekler baygın düşerler akşamın alacasında. Her seher vakti türküler söyletirler kuşlara. Sana acılarımdan mutluluk yetiştiriyorum, kollarımı kıpırtısız bırakacak kadar büyük ölüm acılarından damıttığım. Sana iç yolculuklarımın aktığı yollar döşüyorum; menzilsiz, uçsuz bucaksız yollar. Anımsa gittiğin günü. Bir temmuz akşamı, kuytularımda kaç kuş son nefesini vermişti; yavrusunu yitirmiş kaç sokak kedisinin iç paralayıcı çığlığı duyuldu sesimde. El ayak çekilmesin diye deli gömleği giydim gün boyu. Suların sessizliğinde duyduğum her kıpırtıdan korktum. Nilüferler şahittir aşkımı ben durgun sularda büyüttüm. Sen yosun kokan denizlerde güneş yanığı tenini koklatırken tanımadığım bir gence, ben tenimi dağladım aynı güneşin közlenmiş ateşinde. Yaralarımın kabuğunu soy, kendini göreceksin. Belki de bir kabuğun altında bir daha böyle güzel yetişmiş bir yemiş göremeyeceksin. Nice çaylar aktı bu yaz derinlerimden. Deminin buğusunda kalbimin bitmeyen sızısını taşıyarak ve bütün apartmanların bodrum katından nefret ettim, bir Bodrum sabahı senden aldığım mesajı okuyarak. Nice çaylar aktı apartmanların bodrum katlarından, bütün aşıkların düşleri ıslak bir yorgan gibi ağır ve yamalı; bahçelere oturup birer efkâr sigarası yaktık. Ve düşlerimizin dumanından sevgililerimizin boyunlarına sevdalı türküler taktık. Yalnızlığımdan söz ettim sana. Artık yalnız olmadığını söyledin. Belki de kendini bilmez bir yalnıza verilecek en doğru cevabı seçtin. Ama herkesin kavak ağaçları gibi desteksiz sallandığı yalnızlığın bir gün konuğu olursan, bu cevabın ne kadar derin izler bıraktığının anlayacaksın, en güzel uykulardan uyaran korkulu bir düş gibi. Ama yine de ben sana söylenmedik sözler büyütüyorum bahçemde. Gülleriyle gözyaşlarına dokunabilmek için. Sana uzanmak için bir sevgilinin elinde. Ve eğilip öptüğün dudaklarında nemli bir gülümseyiş olabilmek için. Benim anlamadığım, bu kadar konuştuğumuz halde nasıl duygu oluşturamadığımız. Nasıl farkına geç vardığım senin. Seninse beni hiç düşünmediğin kabullenmesi asıl zor olanı. Çünkü benden bir parça kadar yakınsın bana. Hiç ayrı insanlarmışız gibi gelmiyoruz aklıma. Alışamıyorum senin başka birine âşık oluşuna. Yirmi günlük tuttum senden sonra. Baktım ki yirmi ayrı sen yazmışım sayfalara. Meğer ne çok sen tanımışım. Oysa başkaları da vardı hayatımda ve ben aşk yaşıyordum güya. Bir yapraktan yirmi sayfa nasıl yazılır diye sorma. Yüreğinden başka sığınacak yeri olmayanların daha kalın bir kitap yoktur hayatında. Senin yüzün yansımış bütün sayfalara. Bana okumak düştü yalnızca belki temize çekmek bir de uyarınca. Uzun zamandır ilk defa korkuyorum hayatımda. Kaybetmeyi göze alamayanların, kazanacakları bir şeyleri yoktur. Ama göze aldıklarım arasında seni kaybetmek yoktu. Ben seni istedim sevgiye susamış kollarımın arasında yalnızca. Ama sanırım seni kaybetmeyi de öğretiyorsun bana, sevmeyi öğrettiğin üslupla. Tıpkı kazanmayı bilmeyenlerin, kaybedecekleri bir şeyleri olmayacağı gibi, seni de kaybettiklerimin arasına yazıyorum usulca. Melekler kendi cennetlerinde yaşamalıdırlar, unutma. Hoşça kal sevgili meleğim. Başını bir dostun yastığında unuttum. Yüzün siliniyor hafızamdan yavaşça. Hoşça kal sevgili meleğim. Hoşça kal…

Ayşe Bahar

Seni bütün korkularımdan fazla sevdim. Böyle geliyorum üstesinden. Açılmış bir yaradan sızan kan gibi azar azar dökülüyorsun içime. İçim acıyor. Sensizliği önceden bilirdim ve bana dokunmazdı hiçbir yerinden. Oysa şimdi tir tir titriyorum senin olmadığın bir dünyada yaşama korkumdan. Sensizlik dayanılmaz zor. Kalbe saplanan bıçak, deriye işlemiş çıban, kaybolmuş kimlik gibi. Belki de yaprağını kaybetmiş bahar... Sensizlik sırtıma çökmüş yoksulluktan daha ağır ve umutsuz. Seni kaybetmek aklımı kaybetmekten daha acı. Bu yüzden seni korkmadan sevmekte zorlanıyorum çiçeğim. Adını bahar koydum ki seni el değmeden sevmek kolay olsun diye. Yaprak yaprak, burcu burcu, çiçek çiçek sevmek için. Seyrine doymak ve içim alabildiğince sevmek için seni. Ellerimde kalan kokunu içime çeke çeke. Seni kıştan çıkmak için özleyen insanlar gibi, özleyerek her an, her dakika, her saat... ve senin varlığından cesaret bularak bütün korkulara göğüs geriyorum. Seni bütün korkularımdan fazla seviyorum bebeğim. İnsan nasıl kendisi için hiçbir şey yapmayan birini bu kadar çok sevebiliyor anlamakta zorluk çekiyorum. Bu, benim olduğun için değil hayır! Benimle olduğun, içime dolduğun için olsa gerek. Seni bahar kokusu gibi içime çekmenin büyüsü başka... Kolay tahlil yapmaktan yana değilim bugün. Bugün nisanın dokuzuncu günü… Sen bundan tam 350 gün önce geldin dünyamıza. Az şey mi? Üç yüz elli muhteşem gün geçirdik seninle. Kim yaşatabilirdi bunu başka? Seninle geçen her günüm mutluydu kuzucuğum. Dün hariç! Dün seni öyle soluk görünce bütün erkekliğim bitti. Bütün cesaretimi kaybettim. Seni gülden güzel düşlerimde benzersiz bir koku olarak ararken, yitirme telaşım vardı dün. Dün annenin gözyaşları üzerine damladı ilk kez. Benim içime akanların hesabı yok. Kara bir deliğe yolladım hepsini. Gözlerimi yüzünün ışığına odaklayıp bastım arabanın gazına. Senin damarlarında oksijen bitmesin diye. Ve sen çaresizliğin nasıl bir yumru olup boğazını tıkadığını çok net bir şekilde anlattın babana. Artık baban boğazında sürekli bir yumruyla geziyor yavrucuğum. Bu yüzden titrek ve tedirgin sesim. Güçlü konuşmak için çareyle gelmek gerekirmiş dünyaya ama bizde yok. Böyle bir yumruyla dolaşıyorum artık her yeri. Sevinirken yaralanmasın gönlüm diye. Hastane yolunda giden arabalarda yarım kalmış gülüşlere ödünç veriyorum sevinçlerimden. Senin öğrettiklerinden daha iyi öğreniyorum hayatı şimdi. İyi ki varsın. İki gün sonra doğum günüm. İki gün sonra kırk yılımı dolduruyorum dünyada. Ama en güzel doğum günü hediyemi dün verdin sen bana. Sanki üç yüz elli gündür yanında değilmişim gibi hep bir elinle göğsümden iterken beni, ilk kez dün sarılıp göğsüme başını koydun. Artık benim de bir çocuğum var dedim dün. Baba olmanın hep vermek, sevincin ise gelecek mutlu bir gülümseyişin yolunu beklemek olduğunu anladım dün. Seni gülerek büyütüyorum yavrum, umarım karşılığını gülerek verirsin bana. Başka bir beklentim yoktur senden.

Ben Bugün

Ben bugün birini öldürdüm. Usulca yatağımdan kalkıp, sakin sakin giyindikten sonra, hiç olmadığım kadar rahat ve huzur içinde çıktım evden. Hayat hafiflemiş, soğuk alnımı serin serin okşuyorken, ben, yıldızlara ve karanlık evlerin siluetlerine dalarak nereye gittiğime hiç bakmadan yönümü bulup, varacağım yere vardım. Kalbim sanki durmuş, soluğum kesilmişti. Ben insan değildim. Yaşayan, nefes alan, nabzı olan bir varlık olmadığımı o an fark ettim. Bir yaşamın ana çizgilerinin nasıl adım adım silindiğini serin kanlılıkla seyrettim. Sakin sakin çıktım merdivenleri. Işığı yakmadım. Zili çalmadım. Açıp kapıyı girdim içeri. Kan yoktu biliyorum, kan yoktu. Herkes mışıl mışıl uyuyordu. Elimi yavaşça cebime attım... Bugün ben birini öldürdüm adım gibi biliyorum. Nefesi kesildi ciğerlerinden. Gözleri yuvasından dışarı uğradı. Şaşırmış gibi bakıyordu hayretle. Bu sen misin diyordu. Sen misin? Kızgın değildi. Korkmuş değildi. Sanki bekliyordu bu sonu. Benden geleceğini. Yavaşça başımı okşadı ve düştü... Ben bugün birini öldürdüm. Yeşil ceviz ağaçlarının gölgesine doyamayan... Yalçın dağların karlı tepelerinden savurduğu bir tohumu. Umutları olan. Yaşamak ve gülmek gibi basit ve özlü umutları olan birini.  Suçlu muyum? Hayır. Asla suçlu değilim. Hayalleri olanın ölmemesi gibi bir gerçek mi var? Ölümü hayalleri olmayanlar mı yaşar? Eğer hayalleri tükenmişler ölseydi, ölüm bu kadar korkulacak bir şey olur muydu? Hiçbir ölüm erken olur muydu o zaman? Hayır! Ben suçlu değilim. Ölümün yolunu değiştirdim sadece. Yüzünü değiştirmedim. Siz birini öldürebilir misiniz? Neden? İnsan yanınız daha gelişmiş olduğu için mi? Peki sizde insana dair neler var?  Kendinize sorar mısınız nelerim insana dair, nelerim değil diye. Siz bir insanı öldürebilir misiniz? Hayır mı? O halde siz bir insanı var edebilir misiniz? Hayır! Soyut olarak bile kafasında bir insanı öldüremeyen biri, yaşamı nasıl savunabilir ve var edebilir ki? Ölümü tanımayan yaşamı savunabilir mi? ölümden korkanın, yaşama saldırması değil dediğim. Siz birini öldürebilirsiniz. Hem de gözünüzü kırpmadan. Hem de öldürdüğünüzün yüzüne bile bakmazsınız. Oysa siz yine de korkaksınız. Unutmayın. Öldürmek, korkmadan gözünün içine bakabilmektir karşındakinin. Siz birini öldüremezsiniz. Ortadan kaldırabilirsiniz ama. Ben bugün birini öldürdüm. Elleri çizdi boğazımı. Yırtılsın yüzüm diye çekinmedim çırpınışlarından. İzi kalmalıydı bende elbette. Yaşamış olduğu bilinmeliydi. Soluğu kesildi. Yüzü morardı. Gözleri yuvasından uğradı. Elleri titredi bir süre. Çırpındı. Sonra saçlarımı okşadı yavaşça, kin yoktu gözlerinde. Hayal kırıklığı yoktu.  Ben bugün birini öldürdüm. Beş dakika sonra bunlardan...

Bir Bayram Yazısı

Sizin bayramınız daha iyi geçmiştir umarım. Ben her bayram biraz daha umutsuz oluyorum da ondan galiba keyfim kaçık. Sizin bayramınız neşeli ve az sorunlu geçmiş olur inşallah. Bayram, öldürme ve kıyım bayramı gibi aynı. Bir günahın bağışlatılması için tanrıya kurban edilenler yüce ve kutsal varlıklardır. Sizin oğullarınızın diyetini ödeyenleri böyle suçlayıcı ve kindar bir biçimde yok etmeye çalışmanın kendinden nefret etmekle bir ilgisi var mıdır acaba. İbrahim peygamber bunu görüyorsa acaba ne düşünüyor tanrı katından. Ey İsmail’i kesmeyen kutsal bıçak, sen bunca çirkinliğine rağmen İsmail’in hayatını kurtaran kutsal hayvana eziyeti nasıl hoş görür ve nasıl kesersin boynunu. Nasıl bunca insanlık ve kutsallık dışı davranışın sembolü olursun. Kendini ve ne yaptığını bilmezlerin elinde ucuz ve iğrenç bir oyuncak haline nasıl gelirsin? Senin kutsallığın çoktan bitmiş olmalı. Seni ve İsmail’i kutsayan tanrı artık bu konuyu çoktan unutmuş olmalı. Yoksa bunca rezilliğe izin vermezdi. Bunca kötü bir adağı kabule yanaşmaz, elinde bıçak canlı kurbanın bacağını delik deşik eden, boynunda yaralar açan, gözünü çıkaran işkencecilerin kestiği kurbanı kabule yanaşan tanrı yarattıkları arasındaki kuralların ihlaline göz yumarak günahı meşrulaştırmazdı. Katilin bıçağını kutsamazdı. Bu yüzden kırgınım. Bütün bu rezilliklere milyarlarca lira bütçeleri çekip çeviren ve amacını unutan belediyeler göz yumuyor biraz da. Yeni bir gelir kapısı yapamadığı kurbanlıkların nasıl kesileceğiyle de iğreti bir biçimde ilgileniyor. Oysa çok basit ve özenli birkaç düzenlemeyle önü alınabilir bu rezilliğin. Kurbanı ve etini temiz ve iç huzuruyla yemeyi, dostlarımıza ve komşularımıza dağıtmayı içimize sindirerek yapabiliriz. Birazcık inançlarına sahip çıkabilse, biraz saygı duyabilseler. İnancı çaresiz kalmışlığın kurtuluşu, çıkarın ipi olarak görmeseler bunlar yapılacak kuşkusuz ama kime anlatacaksın bunu. Sizin bayramınız iyi geçmiştir umarım. Kurbanınızı kesmiş! Kavurmanızı ve kebabınızı yemiş dişlerinizin arasından kalıntılarını bir kürdan yardımıyla temizlerken sokaktan hala taze kan kokusu geliyor burnuma. Nesneyi görmeyince insan mı hayvan mı belli olmuyor inanın. Kimin kanı nasıl kokuyor anlaşılması imkânsız. Bunca zamandır çocuğum elimde görmesin diye kendime eziyetler ederek bıraktığım sigaraya mı hayıflanayım şimdi. Katliamlara ve şiddete tanık olmasın diye eğitim programlarına itirazlar ederken, televizyona kızarken, bunu nasıl açıklayacağız peki. Bunca çağdaş söylemi nereden çıkarıyoruz biz peki. Uygulama alanı olmayan isteklerimizi neden erken ve yersiz yurtsuz savunuyoruz peki. Hangisini önceleyeceğimizi hesaplamadan bir şeyler savunmanın yeri var mıdır? Hangisi daha zararlı peki? Kendi kültürümüzü tanımlamadan, onu irdelemeden Avrupa’nın Hıristiyan topluluklarının kültüründen esinli talepleri onlardaki gibi ve eş zamanlı savunmak böyle sakatlıklar doğurmuyor mu? İnandırıcılığımız zedelenmiyor mu? Hayvan sevgisi, barışseverlik, şiddet karşıtlığı, hayvan hakları, insan hakları vs. nasıl ve nerede savunulacak. Tek yönlü ve etkileşimsiz düşünme sistemi salakça önlemler almaya yöneltiyor bizi. Kırmızı ışıkta geçmeyin diyoruz, geçmiyoruz ama yeşilde birbirimizi yiyoruz. Yeşili koruma adına insandan uzaklaştırıyoruz: üzerin bastırmıyoruz, onu seyirlik ve cansız hale getiriyoruz. Kurban kesiyoruz ama kurbanı boka batırıyoruz. Nasıl bir mantıktan yola çıkıyoruz bilen varsa beri gelsin. Ben çıkamadım işin içinden. Sizin bayramınız iyi geçmiştir umarım; benimki pek iyi geçmiyor nedense. Mutlu kavuşmaların vesilesi olan bayramlarda barışır ve kucaklaşırız, dost-düşman. Yollara düşer sevdiklerimizi, özlediklerimizi görmelere çıkarız. Ama yollarda birbirimizi tüketir döneriz evlere. Hem maddi hem manevi azalarak döneriz. Kurbanın katilleri olarak birbirimizi katlederek döneriz evimize. Esen ve barış ikliminde çıkılan yoldan, katil ve düşman olarak döneriz. Bir bayram gününde en büyük kayıpları veririz. Yanı başımızdaki savaşta günde üç-beş ölüm olurken bizde bayramda onlarca ölüm ve yaralanma olayı görürüz. Nasıl bir bayram havası alınır bundan, nasıl sevinç gözyaşları dökülür. Günlük yaşamda kendinden kaçan kalabalıklar, bayramda da kendi yaşam alanlarından kaçıp başka yerlere sığınıyorlar. Bu arada sevgisizliği ve hoşgörüsüzlüğü de yanlarında götürerek. Yollardaki kaza ve ölüm haberleri bunun pankartını taşıyor okuması yazması olana. Benim bayramım kötü geçiyor. Yollar yolsuzluktan, işler kolsuzluktan, adalet yoksulluktan, siyaset ufuksuzluktan, ülke haksızlıktan, millet başsızlıktan, başlar vicdansızlıktan bozuk. Ülkesini seven insanlar için kendini seven insanlara ihtiyaç var. Yoksa bayramı bol ülkemde birbirimizi kırarız. Hiçbir bayramımız iyi geçmez. Benim bayramım iyi geçmedi ama ben yine de sizin bayramınızı kutlar iyi bayramlar dilerim.

Bir Değini

Duyarlılık çağımızın en çok harcanan kelimelerinden birisi. Kendisine haksızlık yapıldığına inanan insanların ağzından duyuluyor zaman zaman: "duyarlı olun" diye. Genelde ezik ve zarara uğramış insanların talebi şeklinde tezahür ediyor duyarlılık isteği. Peki duyarlılık gerçekten böyle bir şey midir? Kim ne için isteyecek bunu? Kimden isteyecek? İstenecek bir şey mi? Benim kanaatim duyarlılığın bir yaşama şekli olduğu yönünde. Hayata bakışınız, olayları nereden ve nasıl gördüğünüz, beklentileriniz ve ilgileriniz, zorluklarınız ve kolaylıklarınız, acılarınız ve tatlılarınız duyarlılığınızı belirliyor.Duyarlılık bir olay karşısındaki etkilenme biçiminizdir. Kimisi kaba hatlarıyla ilgilenir olayla, kimisi ince ayrıntılarıyla. Bana göre yaşamın seyrini en ince ayrıntılarında yakalamaktır duyarlılık. İnsan zerrelerin kıpırtısını görmeli, hücrelerin oluşumunu hissetmeli, öleni ve yerine geleni duyabilmeli ki duyarlı sıfatını kazanabilsin. Herkesin gördüğünü görene duyarlı demek abartı olur. Duyarlılık çağrılan eyleme gitmek değildir, eyleme neden olan davranışın konusuna ilgili olmak ve ondan şu yada bu şekilde etkilenmektir. Duyarlılık peynir ekmekle kahvaltı yapmak değildir, ya da en lüks meyhanelerde en güzel yemekleri mideye indirirken harcanmış birkaç sözcük değildir. Hazır hedeflere yönelmiş ucuz devrimcilik de değildir. Günün adamı olmak için olayların belli yönlerini sürekli kaşımak da değildir. Duyarlılık çağın gerçekleşme çizgisindeki ayrıntıları tüm yönlerinden görmek ve anlamlandırmak çabası olmalıdır. Hiçbir şey diğerinden daha değerli değildir diye bir tez atıyorum ortaya. Hayat bize her şeyi aynı mantıkla verdi. Biz onları ayırdık birbirinden. Duyarlılık da duyarsızlıktan daha değerli değildir. Duyarlı olanlar daha büyük emek vermiş değillerdir insanlığa. Eğer herkes olabildiğinden başka olabilseydi bugün kötülük sadece bir tercih sorunu olurdu. Ama biliyoruz ki yaptıklarımız sadece birer tercih değildir. Bizim biz oluşumuzdaki temel nedenlerdir. Başka birisi olmak isteyince olamayız. Olan varsa beri gelsin. Herkes kendi doğasında olanı yapabilir sadece. Bu yüzden başka hayatları duyarlılık adına küçümsemek yersiz bir böbürlenmeden başka bir şey değildir. Hele bir de duyarlılıktan para kazanan birisinin böyle bir hakkı hiç yoktur. Yazılarınızın birkaç Picasso resmi, birkaç Dostoyevski tümcesiyle süslenmesi, birkaç bilinmedik çiçek adıyla çeşnilenmesi duyarlığı göstermeye yetmez. Duyarlılık bir yol haritasıdır. Görülmesi ıskalanmış şeylerin üstünü açmak, örtüyü kaldırmaktır aynı zamanda. Dikkati çekmektir. Gördüğünüz sadece görünenden ibaret değildir demektir. Kıraç toprakta sadece dikeni ve çakılı görmek değil, yaşam döngüsünü verebilmektir aynı zamanda. Yaşam kendini yok eder ve yeniden kurar en zor iklimlerde bile. Bozkırda makilerle, tropikal iklimlerde yağmur ormanlarıyla. Dünyada yaşamın olmadığı bir köşe yok. Ama yaşamın keyfini çıkarmasını bilen insan pek az. Sanırım birçok sakat düşünce de buradan filizleniyor.Ülkemiz ve dünyamız kalıplaşmış insanların dünyası görünümünü almış. Özgürlük, eşitlik, adalet, yönetim anlayış-ları, inançlar hepsi de belirlenmiş kalıplar içerisinde değerlendirilmeye tabi tutuluyor. Sevmenin bile biçimi belirlenmeye çalışılıyor. Oysa insan çok çeşitli ve çok biçimli bir yaratık. Kurallara sığmaz. Kural koymak zaten anlama ve kabul etme özürlülerin yaşamı belirleme çabalarının bir sonucu değil mi? ülkemiz bu düşüncenin savunucularıyla dolu. Siyaset kurumu otorite ve bağnazlık kurumuna dönüşmüş durumda. Hayat yaşanır olma özelliğini yitirmeye zorlanıyor. Kendimize bırakılmıyoruz. Duyarlığı çağıranlar, duyarlığı en çok hırpalayanlardır. Kendinde olmayanı ya da kendinde olup da yaşanmayanı kurcalar insan. Eğer duyarlığı arıyorsanız kendinize bir bakın. Karanlık köşelerinizde küçük bir ışık huzmesi var mı? Yoksa kimseyi çağırmayın; onlarda olandan size fayda yok. Bir de bırakın duyarlık olduğu yerlerde yaşasın. Olmadığı yerde yaşaması olanaksızdır da ondan yoktur zaten.

Bir Varmış

Kendinizi bir sokak kadınının gözüyle gördünüz mü hiç? Nasıldır varlığınız onun gözünde acaba? Ücreti ödenmiş aşk gecelerinden geride nasıl bir izsiniz onun yaşamında? Siz duygu kumbaranızda silik yüzler olarak biriktirirken onları bir bir, onlar sizi hangi eşyanın sınırları içinde nasıl muhafaza ediyorlardır acaba? El işi bir camlı sandıkta mı saklıyorlar yüzünüzü, yoksa çürümüş spermlerinizi beklettikleri eski bir prezervatif içinde mi? sizin nasıl bir özelliğiniz var onlarda? Nesiniz? Yaşamdan alınması gereken öç için feda edilmiş bir zavallı kurban mısınız? Yoksa masumiyete hoyratça uzanmış kahpe bir el misiniz? Nesiniz? Salınıp gezişindeki meydan okuyan tavırları sokakta aşağılarken siz, o sizi hangi gözle görüyor acaba? Aşk gecelerinde dilencisi olan gece kuşlarının, sabahın güçlü ışıkları altında örtünmeye çalışan zavallı ve heybetli güçsüzlüklerini, kaba ve güçlü bir aşağılama davranışına sarmaya çalıştıklarını görmüyorlar mıdır sizce? Sizi çıplaklığını gizlemeye çalışan bir tecavüz kurbanından daha zavallı olmaktan kurtaran nedir ki? Aynı hedef tutkuya varılırken etkin ve güçlü olanın siz olduğunu düşündüren şey ne size? Eğer bu kadar güçlü olunsa, bir gece gülünün yaprağının altına tünemek için o kadar koşturmaya, çırpınmaya gerek duyulur muydu? Elde edemediklerimizin sağlaması değil midir fahişeler? Yaşayamadıklarımızın, toplum dışılığımızın yansıması değil midirler? Onları itişimizdeki korkuda ne yatıyor acaba? Onlar bunu fark etmiyorlar mı? Dün yalvaran, ter içinde küçük bir çocuk gibi kıvranan, yalan dokunuşlardan gerçek bir aşk tahayyülü oluşturan sizi görünce karşısında, gücünüzün de, kariyerinizin de anlamı kalıyor mu gözünde? İki kişilik aşk salıncağında tek başına kalmaya dayanamayan sizin korkak ve ürkmüş halini en çıplak haliyle tanımayacak mı sizce? Size birkaç sorum daha var? Sokakta nasıl dolaşıyorsunuz? Takım elbise-kravat, spor, pejmürde, yaka bağır açık vs. milletvekili misiniz? Genel müdür? Şoför mü? Öğrenci? İşçi mi? Evinizde mülayim biri misiniz? Vuran kıran mı? Entel misiniz? Hani kadına yaptığının suçluluğunu dolaylı yoldan anlatan? Nesiniz? Nasılsınız? Onlarla yaşadığınız saatlerde de böyle misiniz? Onlar bizi görüyorlar! Gözleri üzerimizde!

Bugün Benim Doğum Günüm

Bugün benim doğum günüm. Tarihe önemsiz diye düşülmeyen not gibi belirsiz. Doğduğum gün değil, doğum günüm bugün. Bir yabankazı gibi, bir kertenkele, bir ceylan yavrusu gibi günü belli olmayan doğumlardanım ben. Doğarken tarihe not düşülmeyenlerin yaşama düşebilecekleri notları da olmaz diyesim geliyor bazen. Çünkü bir ömrün üstünde kara bulut gibi dolaşan önemsizlik hissiyle baş etmek kolay değil.  Takvimlerin bütün yapraklarına aynı mesafe ve merakla bakmayı bilir misiniz? Hepsini de aynı derecede sevip, aynı derecede nefret eder misiniz? Belki hepsi de sizin ama belki de hiçbiri sizin olmayan yapraklar. Yalnızca sonbahar çağrışımlı olan yapraklar. Çünkü hiçbirinde başlangıç işareti bulamadığınız yapraklar. İşte benim bugün doğum günüm. Bu yapraklardan birisine tutunma günüm. Hepiniz hoş geldiniz. Bugün benim doğum günüm. Hayalini kurduğum yaşamın kıyısındayım. Seyretmenin dayanılmaz acı kıyılarında. Ve seyretmenin doyumsuz kıyılarında. Yaşam bir sabun köpüğü gibi silerken yaşadıklarımızı, geriye bakmanın hüzünlü kıyılarında. Belki de yaşamış olmanın bedeli, geriye bakmaktır. Kırk yaş geriye bakmanın vakti geldi mi diyor bilmiyorum; ama benim geride görebileceğim bir şey yok. Bu yüzden geriye de bakmayacağım bundan sonra. Çünkü geride not düşebileceğim bir yaprak bırakmadım henüz. Ve ben mutlu olmalıyım bugün. Çünkü... bugün benim doğum günüm. Bugün doğduğumu varsaydığım günüm. Geçmişine ve geleceğine tutunduğum gün. Kirlenmiş sayfalarına, yıpranmışlığına, mutluluğuna tutunduğum gün. Sevdiğim ve sevildiğim gün bugün. Bugün hayata bir başka röveşata yaptığım gün. Ayaklarım hala yukarda, yere düştüğümde kimse kaldırmasın beni. Çünkü düştüğümde gol olduğunu görmek istemiyorum sonucun.

Buluşma

Bu farklı bir kavuşma olacak biliyorum. Sen ellerini uzatacaksın bana daha yanıma varmadan birkaç metre uzaktan. Sarılıp tenini koklama ve hasretimi biraz olsun dindirme arzumu orada dondurmuş olacaksın. Gözlerin bir yoklayıp geçecek gözlerimi. Ben senin gözlerine bakamayacağım yine, suçlu bir çocuk gibi. Sesim titreyerek merhaba diyeceğim, ağam nasılsın diyen şen sesine karşılık. Her şeyin farkında olan sen, yaşamımdaki hüznü ve burukluğu yok sayarak konuşmaya ve davranmaya devam edeceksin. Sana karşı güçsüzlüğümün kasvetinden iğrenerek elinin altında sürekli kullandığın bir nesneyi yeniden kullanırken ki rahatlık ve umursamazlıkla kullanacaksın sözlerini. Varlığımı önemsizleştireceksin kafanda. Depreme dayanıksız temelsiz ama gösterişli yapılar gibi, güçlü ve her şeyin yolunda gittiğini söylemeye çalışırken aslında içimdeki çatırtıyı ve çöküşün sesini duyacaksın biraz sonra. Bu ölümcül bir buluşma olacak biliyorum. İçimizden biri ölecek bugün. Ya sen, ya ben, ya da sevgimdeki can...Seninle kavuşmaları çok kurdum kafamda. Aslında belki de güçleştiren şey bu buluşmanın doğallığını. Sıradan bir buluşma olmanın ötesinde anlamlar verdim buna hep. Artık doğal olamıyor bir türlü. Sen benim seni ne kadar sevdiğimi anlıyorsun sonunda ve beni ne kadar sevmiş olduğunu itiraf ediyorsun her seferinde. Oysa senin söyleyebileceğin en zor şeyin bu olduğunu biliyorum ben. Aşağılanmış olmanın öcünü böyle alacağım senden belki de. Belki de itilmiş ve dışlanmış, reddedilmiş bir yaşamdan yegane öç alma yolu sevdiğin birisinin sana sevgiyle sahip çıkması ve önem verdiğini göstermesidir diye düşündüğüm için. Sen benim kaybettiğim her şeysin. Gelişin yeniden bütün bunlara kavuşmak belki de. Bunun için buluşmamız bu kadar önemli benim için. Bunun için her gün yeniden kuruluyor kafamda. Hem de bana rağmen. Yaşamın ussallaştırılmış duygu tezahürlerinden ibaret olduğunu anladım sonunda. Gelgitlerimizin de bundan kaynaklandığını anlıyorum. Söz vermenin karşı tarafa dondurulmuş bir yaşam takvimi sunduğunun farkındayım. Ama ben artık söz vermeyeceğim. Verdiğim sözleri istediğim zaman feshedeceğim. Benim sözümle hareket edenler kendi çarelerini bulsunlar isteyeceğim bu ilişkide. Varsın güvenilmez desinler ne yapayım. Seninle birlikte oluşun bunları sorgulamaya kadar gelen bir süreci başlattığını biliyorum. Sen farkında olmadan bana çok şey öğrettin biliyor musun? Bu buluşmada belki de yeniden kavga edecek bir şeyler bulacaksın ve biz kırgın ayrılacağız bir daha görüşmemek üzere. Ama ne olursa olsun seninle ilgili düşüncelerimin ışığı altında daha rahat bir bakışla bakmayı tasarlıyorum sana. Seni sevip sevmediğimi sen varken de sormak istiyorum kendime. Neden sevdiğimi soracağım kendime eğer hala seviyorsam. Yanılsamalarımı gerçekliğe uydurmak istiyorum çünkü. Seni bir serap olmaktan çıkarmak istiyorum. Eğer sevdiğimi hissedersem gerekirse yalvarmayı da ihmal etmeyeceğim bu birleşme için. Çünkü artık kendimle mücadele etmekten yoruldum. Kendimle barış içinde bir işbirliği halinde yaşamak ve huzura ermek istiyorum. Seninle de mücadele etmekten yoruldum. Senin yıkıntıların altında kalmak tüketiyor beni. Bu senden daha fazla bir şey. Senden daha güçlü. Senden daha güzel ve senden daha zalim. Çünkü benim yarattığım ve kendime döndürdüğüm bir güç. Bu yüzden birimiz öleceğiz belki de bu buluşma da. Ya sen, ya ben, ya da sevgimdeki can...

Çarpık Gerçekçilik

Hayretle sözcüklerin bir insandan diğerine aynı anlamla geçmediğine şahit oluyorum. Söylenen sözün aynı dil kurgusu içinde söylenmesine rağmen anlamlandırma konusunda farklı sonuçlar üretilmesi nasıl izah edilebilir? İletişim döngüsündeki ileten-mesaj-alıcı üçlüsünde bir sorun oluşuyor. İletenin dizgesindeki anlam, iletiye yüklendikten sonra, onun kontrolünden çıkıyor. Alıcı mesajı açtığı anda sanki bir virüs kutusundan boşalmış mikrop ordusu etrafa yayılıyor. Belirgin bir sözcük onlarca anlam kaymasına uğrayarak algıyı dumur eden bir vasfa bürünüyor. Artık ne söyleyen, ne de söylenen olayı kontrol edemiyor. Peki neden böyle bir sonuçla karşı karşıya kalıyoruz. Burada şu alıntıya ihtiyaç duyuyorum: “Göstergebilimin temel konusunu oluşturan “gösterge”yi(sign) anlamadan göstergebilimi anlamak imkansızdır. Gösterge, “genel olarak bir başka şeyin yerini alabilecek nitelikte olduğundan kendi dışında bir şey gösteren her türlü nesne, varlık ya da olgudur. Daha geniş bir tanımla, gösterge, insanların bir topluluk yaşamı içinde birbirleriyle anlaşmak amacıyla yarattıkları ve kullandıkları doğal diller (Türkçe, İngilizce, Fransızca vb.), çeşitli jestler (el, kol, baş hareketleri), sağır-dilsiz alfabesi, trafik işaretleri, bazı meslek gruplarında kullanılan flamalar, reklam afişleri, moda, mimarlık düzenlemeleri, yazın, resim, müzik gibi çeşitli birimlerden oluşan ve ses, yazı, görüntü, hareket gibi gereçler vasıtasıyla gerçekleşen dizgelerin oluşturduğu anlamlı bütünün birimleridir. “Yukarıda da anlatıldığı üzere ortak-anlamlı-gösteren-bütün gibi sözcüklerle tanımlı bir olgudan bahsediyoruz. Yani bizim bu hale gelmemiz için nelerin bozulduğuna bakmamız gerekiyor sanırım. “Ortak” kavramı bozuluyor başta. Kişiselleşmiş anlamlar bütüncül ve ortak olanın yerini alıyor. Bunu görelilikle açıklayan modern psikolojiye borçluyuz. Bir şeyi kendin için anlamlı hale getirirsen, bünyesel bozukluğunu, toplumsal bütünlükten kopmuş da olsan koruyabilir; anlamsız hedeflerini gerçekleştirmek için çabalar ve gerçekleştirdiğinde de başarı hissini yaşayabilirsin. İnsanlığın tarihsel olarak oluşturduğu kültürel mirası anlamak için hiçbir çaba sarf etmene gerek yok. Sen olan halinle kendine yetersin. Böyle kal ve ödülü al. Kendin olmak, varoluşun ilkel halini olumlamak da olabilirmiş. Böylece her ortak sözü kendince bir anlam kırılmasına uğratarak boz ve anlamış gibi yap. Yani kısaca ortak olanı boz ve bireysele çevir.İkinci olarak “anlamlı” kavramı bozuluyor. Anlam kişisel bir anlamaya dönüştürülerek, anlama özürlünün de anlamı, geçerli kılınıyor. Anlamlı olan, bütünden koparılarak anlamsızlaştırılıyor, kişinin ona verdiği anlam(?)a indirgeniyor. Bu kişiselleştirilmiş anlam artık asıl anlamlı olanla ilgisiz bambaşka bir anlamda kullanılıyor. Böylece mesajın anlamından oldukça uzak bir yere taşınıyor. Artık anlamda uzlaşma mümkün olamıyor. Göstergenin kendi dışında bir varlığa işaret etmesi söylemi, kendiyle ve atıfta bulunduklarıyla hiç ilgisi olmayan kendine yabancılaşmış bir anlama dönüştürülerek ortak anlam kahrediliyor.Üçüncü olarak “gösterdiği” kavramı sulandırılıyor. Yukarıda da anlatıldığı üzere, göstermediği ya da gösterdiğinden fersah fersah uzak anlamlara yorumlanarak; anlam yoruluyor. Yorum, aşırıyoruma götürülerek tüketiliyor. Şahsileşen, şahsileşirken de kendi kimliğinden uzaklaştırılan bir göstergesizliğe büründürülüyor.Son olarak “bütün” kavramı bozuluyor. Ortak-anlam-gösterge üçlüsünün oluşturduğu bütün bozulduğu için artık bütünlüksüz, bölük pörçük bir anlamsızlık içinde kimsenin diğerinin ne dediğini anlamadığı bir kargaşayla karşı karşıya kalıyoruz. Buna da yaygın ve popüler adıyla kavram kargaşası diyoruz.Peki bunun bize yansıması nasıl oluyor. Gerçekliği algılamamız bozuluyor. Yeniden anlamlandırdığımız şey gerçek olmayıp, çarpıtılmış gerçeklik oluyor. Kendi gerçekliğinden uzak, kendimize uygun hale getirilmiş, hoşlanabileceğimiz bir yeni gerçeklik(?) yaratıyor ve onu benimsiyoruz. Bu hastalıklı benimseyiş, bir içe kapanışın sosyal görüntüsü oluyor aynı zamanda. Asosyal bir topluluğun bir aradalığından yola çıkarak oluşturulmuş sosyal bir yapı. Şimdiki düzenimizin yapısal karakteri bundan başka bir şeye işaret etmiyor. Bu umutsuz, çaresizlik üreten, kahredici yalnızlıktan Facebook’a kısaltılmış cümleler(?)le yazdığımız düşüncelerle kurtulmaya çalışıyoruz. Umarım kurtulubaliriz.

Dön

Sevgilim,

Bu sana ilk mektubum. Gittiğin yolu bir iplik yumağı gibi sardım içime. Ve hasretinin acılı motifinden hüzünlü kavuşmalar ördüm. Sana olan özlemim bu çileli yalnızlığın kumaşında, bu yaralı dokunuşun dokusunda bir kan lekesi gibi dolaşıp duracak biliyorum. Belki de bir otobüs freninin iç burkucu sesinde tüketecek kendini. Seni çok özlüyorum. Gel. Tüketmeden her şeyi, gel. Aklım sürekli geri geri gidiyor. Yüksek bir tepenin eteğindeki bir apartmanın kot altındaki şirin yuvamızın ahşap kapısından girmeleri hatırlıyorum. Beni hep kapıda karşılamalarını. Gülüşünü. Gül kurusu gülüşünü. İçime yaşam enerjisi olarak ılık ılık akan öpüşlerini anımsıyorum durmadan. Sevilmenin erişilmez göklerinde bir uçurtma özgürlüğüyle dolaştırdığın aşk dolu saatlerimizi düşünüyorum. Senin var edici sevgin olmadan ben bir hiçim bunu anladım. Dön çiçeğim. Bir bahar coşkusuyla dön.

Eleştiri

Baktığımız yerden her şey doğru görünür. Işık ışınlarının doğasını kavrayana kadar geçen binlerce yıl, insanlığa doğrunun ne olduğuna dair hiç bir şey öğretememiştir. Yazılan ve çizilen bütün kalıplar bir açının kenarlarıyla sınırlı olmuştur. Bakışımızın açısı. 45, 60, 90, 180 vb. açılar hep iki çizgiyle ifade edilmişlerdir. Bu iki çizgi arasına sıkışan görüş alanımız bize her şeyi doğru gösterir. Dışında kalan her şey yanlıştır. Ya 360 derecelik bakış açısına sahip olacağız, ya da dünyanın bugün yıkımına zemin hazırlayan kahpe ve acımasız görüş açılarına sıkışıp kalacağız. Dünya 360 derecelik dönüşler yaparken biz kendimizi küçük açılarla ifade etmeye çalışan aymazlar olarak iki çizgi arasında zikzaklar çizerek milyonlarca yılı daha boşuna harcayacağız. Bu dünyanın ilerlemesi için bulunan en değerli şey olan eleştiri kavramı da yalancı sohbetlerin çeşnisi olmaya devam ediyor. Var olan bir şeyi doğru ya da yanlış yönleriyle incelemek olan eleştiri; sadece yanlışlıma üzerine bir tirada dönüşmekte, bazen ölümüne sıkılan kurşunla yer değiştirmektedir. Eleştiri insanoğlunun bulduğu en ilerletici itici güçtür. Ampirik ya da analitik, her türlü objektif tutuma ihtiyaç duyan eleştiri, daha çok tekil olgular üzerinden yapılan dar çıkarsamalara kurban edilmiştir. Dilimize sosyalizmin alfabesiyle girmiş olan eleştiri kavramı, sol bir söylemle demagojik halini almış, üstatların yaptığının tersine, ilerleyişi durduran, bahane üreten ve başkasına kusur yükleme mekanizmasına dönüşmüştür. Yaptıklarının sorumluluğunu alması gereken insanoğlu, eleştiriyi daha çok karşısındakini suçlamanın aracına dönüştürmüş ve kendi yetersizliklerinin üstünü örten bir kabuğa büründürmüştür. Doğruya yönelme aracı olan, yanlıştan döndüren, bilimin gösterdiği nedenselliği kabul eden eleştiri aklı, bu rotayı çoktan kaybetmiştir. Yanlıştan dönenin döneklikle suçlandığı bir mekanizmadır artık eleştiri. Statükoyu korumanın, güçleri yedeklemenin aracıdır. Yalanın arkasına sığınanları koruyan bir güce dönüşmektedir. Bilgiye erişimi kısıtlı insan, artık doğru muhakemenin araçlarından da hızla uzaklaşmaktadır. Güçsüzleşen insanoğlu tutuculaşmakta, kendi içine kapanmakta ve yıkıcı bir saldırganlığa yönelmektedir. Eleştiri her geçen gün güç yitirmektedir. Haklı olmakla meşru olmak arasındaki sınır belirsizleşmektedir. Tartışmak kim olduğumuzdan bağımsızdır. Gerçeği arayış, kimliklerimizin sınırlarına takılıp kalamaz. Gerçek neyse bulmak ve teslim etmekle görevliyiz. O halde bazen aleyhimize de olsa doğruyu bulup, açıklamakta tereddüt etmemeliyiz. Yoksa eleştirinin doğası bizi de tarihin çöplüğüne değersizlerin arasına fırlatıp atıverir. Haykırışlarımız birkaç tarla faresinin hassas kulaklarından başka bir yerde yankı bulamaz.

Eşyanın Başarısı

Dünyanın işleyişine ilişkin düşünce ileri sürenlerin önemli bir bölümü insanı bilinçli bir varlık olarak diğer canlılardan ve cansızlardan ayırmışlardır. Bir tür düşünebilme ve olayları öngörebilme yeteneği diye de adlandırabileceğimiz bu ayrıcalık, aslında nesnel bir temele dayanmıyor. İnsan düşünebilen bir canlı. Ama düşünebilmek öngörebilmek ve kestirebilmek; buna göre neredeyse nesnel bir tedbir almak ortak bir özellik olarak öne çıkmıyor akıllı yaratıkta. İnsan görür, bilir ve ot gibi, diğer hayvanlar gibi, hatta taşlar gibi tepkiler verir sonunda.  Eğer herkes aynı nedenlerden aynı sonuçları çıkarsaydı kurallı bir toplum yapısı ve hukuk daha kolay ve başarılı olmaz mıydı? Ben insanın sadece düşünebilen bir canlı olduğuna inanıyorum. Ama bu düşünme eyleminin onu diğer varlıklardan nasıl ayırdığına dair bir fikrim yok. Hatta ayrılmadığını düşünüyorum. Düşünmek insanda kedinin bıyığı, köpeğin kulağı, kuşun kanadı kadar farklı bir şey olsa gerekir. Çünkü insan hayvan olduğunu her fırsatta göstermek için ne çok çaba sarf ediyor. Bilim bunu engelleyici bir unsur olarak insan hayatını zorlaştırıyor. Bırakınız insanlar düşünebilsinler ve hayvan olduklarının farkına varabilsinler. İnsanlar arasındaki eşitsizliği eleştirenler ve bunun kaynağını gösterenler sorunu başka pencerelerden görmeye çalışanlardır. Görgü ve bilgide eşitlik olmaz. Herkes kendince görür, öğrenir ve bilir. Yaşadığımız çağ insanın değerinin sıfıra eşitlendiği bir çağ.  Hem de bunu yapanlar insanlardır. Değer eşitsizliği zamanın temel bir sorunudur. Çözülememiştir. Çünkü değer biraz zamanla ilgili ve “nesnel” bir şey. Biz de insanı ve onun “sahip” olduğu yetileri bu bağlamda ele alıyoruz zaten. Aradaki farklar da nesnel, zamansal ve yetiseldir. Bu da temeli oluşturur zaten. Temel çürükse, bina sağlam olur mu?  Allah’ım sen aklıma mukayyet ol! Bence insanların eşit ve üstün varlıklar olmadığını kabul etmeyenler onları bir nesne olarak çoktan kabul etmişler ve işlem yapmaya başlamışlardır. Onlar eşitsizliği kendi lehlerine çözmeye başlamışlardır. Bizler de artık uyanıp kendi nesnelliğimizi kavrayalım. Sıradan bir varlık olarak doğadaki yerimizi daha iyi alalım. Kim ve ne olduğumuzu bilip ona göre sonuçlar bekleyelim. Hiç kimseyle eşit olmaya çalışmayalım. Eşitlik bizi güçsüz kılar! Biz kendine has varlıklarız. Hiç taşların eşitlik mücadelesine tanık oldunuz mu? Çiçekler eşit olamaya çalışıyorlar mı? Ya kurtlar, geyikler veya kuşlar? O halde unutun bu masalları. Çocuklarınıza da anlatmayın sakın. İnsanlar eşyalar aleminin bir parçasıdır. Kendisini üretenler olduğu gibi, kendisi de üretir. Ama nesnedir. Nesneldir. Ve her nesne bazen kendi amacına hizmet eder. O zaman da nesnenin başarısını takdir etmek gerekir. Akıllı insandan bazı örnekler vermek istiyorum: yerlere tükürmez! Sorunu kavgayla çözmez! Başkalarının hakkına saygı duyar! Okur! İnsanların vücut bütünlüğüne saygı gösterir! Öldürmez! Çocuğuna sevgiyi öğretir! Çocuğunu sevgiyle sever! Trafik kurallarına uyar, başkalarının hayatının kendisinin ihlalleriyle riske girdiğini bilir! Çalmaz! Haksızlık yapmaz, haksızlığa karşı çıkar! Bilinçlidir, ne istediğini bilir, başkalarının oyununun bir parçası haline gelmez? Vs. vs. Bu düşüncelerimden de hareketle eşyanın başarısını takdir etmek kıskanç olmayan her insanın görevidir. Devamını bekliyorum.

Ey Diyanet Görevlisi

"Size (şunlarla evlenmeniz) haram kılındı. Analarınız, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, erkek kardeşin kızları, kız kardeş kızları, sizi emzirmiş olan (süt) anneleriniz, süt anneden kız kardeşleriniz, kadınlarınızın anneleri, kendileriyle birleştiğiniz kadınlarınızdan olup, evlerinizde bulunan üvey kızlarınız. Fakat eğer onlarla henüz birleşmemişseniz, o taktirde (onlarla evlenmenizde) sizin üzerinize bir günah yoktur. Ve sizin sulbünüzden gelen oğullarınızın eşleri (kadınları) ve iki kız kardeşi bir arada (nikâh altında) toplamanız. Geçmişte olanlar hariç. Muhakkak ki, Allah Gafur'dur, Rahîm'dir."(Nisa-23.Ayet)

Burada açık olan haramları şöyle anlıyorum: Anne, kız, hala, teyze, kız kardeşler, yeğenler, süt anneler, süt anne kızları, kayın valideler, cinsel ilişkide bulunulmuş kadınların kızları, gelinler, eşle aynı anda baldızla evlenmek veya cinsel ilişkide bulunmak haramdır.

Şimdi burada yazanlara inanırsınız veya inanmazsınız. Bu sizin bileceğiniz bir şey; ama burada yazılanlara inanmak ve uymak zorunda olan birileri var: Müslümanlar. Burada yazan emirler her Müslüman için uymak zorunda olduğu kesin emirlerdir. Açıktır. Fakat işi cahil Müslümanlara dinin emirlerini açıklamak olan okumuş(!) Müslüman din alimi Diyanet görevlisi, neden kendisine sorulan soruya Kur’an’dan açık olan emirle değil de mezheplerin tartışmalı olan görüşleriyle cevap verme gereği duyuyor? Esas sorulması gereken budur. Bu konu görmezden gelinip, kim yaydı sorunu yaratılması kahredici bir cehaletin şemsiyesi altına sığınma çabasıdır. Ve akıl dini denen İslam’ı küçük düşürücü işlerdir. Dünyanın gözünde dalga konusu olmaktan öte gidememektir. Konuyu bağlamında tartışamamanın daniskasıdır.

O diyanet görevlisi bu fetvayı verdikten sonra 11 yaşındaki kızıma dokunurken tüylerim ürperiyor. Derin bir korku ve utanç duyuyorum. Vücudumun ve aklımın hangi derin köşesinde bu adamlarla aynı kökten gelen, gördüğü her dişide cinsel bir çekim ve şehvet bulan canavar ortaya çıkacak diye korkuyorum. Onları evime davet etmekten korkuyorum. Hayatıma anlamını veren, baba olmanın onurunu ve gururunu yaşatan, merhamet duygumu ete kemiğe büründüren, yaşama sevgimi bir kat daha artıran, hayatına koruyucu ve kollayıcı olduğum, onu yelden günden esirgediğim, sen benim güneşimsin diyerek ayağımı yerden kesmiş kızımı cinsel partner olarak gören bu adamlar ve kadınlardan olmaktan korkuyorum. Yanlışlıkla onların dinine veya mezhebine veya meşrebine dahil olurum diye korkuyorum. Tanrı onları bu sapkınlıktan korumuyor ama bizi bu utançtan korusun.

Geçmiş

Geçmişle gelecek birbirinden ayrı değildir. Biz her gün geçmişimizi birazcık düzelterek ilerleriz. Bazen de var olanı bozarak gerileriz. Geçmiş bizim içimizdeki bizden başka bir şey değildir. Geçmiş anılara gömülmüş kuru cansız ve ölü resimler değildir. Geçmiş bugün yaşayan benliğimizdir. Geçmiş dediğimiz şey farkına vardığımız bugünden başkası değildir. Bugünün kendisini ifade ediş şeklinden kaynaklı yanlış anlamalar hafızamızı ve aklımızı karıştırıp durur. Oysa her şey biz doğduğumuz andan itibaren çekilen bir yay gibi bugüne kadar esnemiştir. Ucundan tuttuğumuz şey geçmişin bir parçasıdır. Yayın koptuğu an bilincimizin kaybolduğu andır. Siz buna ölüm de diyebilirsiniz.
Elime aldığım bir karpuzun kokusunu içime çektiğimde onu sevmeme sebep olan o kadar şey gelir ki aklıma…serin ve ıslak o yumuşak kokusu, yeşil ve tozlu kabuğu, ucundaki kurumuş bağı, bıçağı daldırdığımızda çıkan çıtırtılı sesi ve şakırtılı ayrılışı birbirinden. İçindeki kızıllık, siyah ve beyaz çekirdeklerin sıralanışı, gözenekli sulu yapısı, ağzımıza aldığımız sulu tatlı tadı hepsi hepsi çok tanıdık. Kabuğun dışındaki toz olgunlaşmayı beklerken zaman içinde biriken tarlanın tozu.
Başımda güneşin yakıcı sıcağı, o henüz dallarını toprağa salarken başlayan yolculuğun küçük keleklerin kırılmasıyla devam eden sonra büyüttüğümüz karpuzların toplanıp kamyonlara doldurulması esnasındaki kırılırcasına ağrıyan bellerimiz, üç kuruşa halde sattığımız karpuzun parasıyla üç beş ihtiyacı alıp döndüğümüz şehir yolculukları. Toprağa karışan çürümüş karpuz kokusu, yediğimiz kuru karpuz çekirdekleri. Hepsi burnumun direğini sızlatır. Birileri marketten manav reyonundaki görevliye çekirdeksiz mi bu diye sorarken aklımdan geçen bu anıların etkisiyle avazım çıktığı kadar bağırıp “siktir” demek isterim. Daha bir sürü şey gelip duruyor böyle.
Peki beni bu kadar alıngan ve duygusal yapan ne? Neden bir karpuz çekirdeğini doldurmayacak mevzuda bu kadar duygusallaşıyorum? Neden anılarla bu kadar yakın etkileşim içindeyim? Geçmişte mi yaşıyorum yoksa? Geçmiş benden ne kadar uzakta?
Bazen tavuk yemeği yaparken, yumurta yaparken aklıma geliyor peşinden koştuğumuz tavuklar. O yakalanınca öldürüleceklerinden korkup zikzak çizerek önümüz sıra koşan tavuklar. Köyün en baş temsilcileri. Tavuksuz köy olur mu hiç? Tavuk olan yerde yumurta da olmazsa olmaz. Yediğimiz közlenmiş yumurtalar, haşlanmış yumurtalar, yağda yumurtalar, tereler, maydanozlar, yeşil soğanlar hep birbirini çağırıyorlar. Tavuk bir tarih olup çıkıyor içimden.
Peki tespih desem? Zeytin çekirdeklerini kavurup, kınaya yatırdığımız, günlerce zımparalayıp, pürüzsüz bir tespih tanesi elde etme uğraşlarımız, zeytin yağı kokan ellerimiz geliyor hemen.
Oyuncak araba alırken telden yaptığımız kamyonlar, arabalar geliyor, uzun direksiyonlarıyla peşinden koştuğumuz şahane oyuncaklar.
Küçük bir ark görsem yarıştırdığımız çöpler gelir akan suda. Çamurlardan ocaklar yapıp sap yakardık, bir de tümseklerden aşağı kayganlaştırdığımız topraktan yalınayak yıkıla kalka kaydıklarımız.
Birini sevmek deyince çocuk aklımızla ilk eline dokunduğumuz masum kızlar ve erkekler gelir küçücük. Bizi biz olduğumuz için seven. Görünce gözlerinin içi gülen mahcup. Ayrılıp giderken sessizce boyun eğip talihine küsen kızlar ve erkekler.
Her şeyin masum olmadığı zamanlarda gelir elbet çirkinliğin diz boyu olduğu, birbirimizi kirlettiğimiz. Hayatın bütün oyunlarını birlikte oynayıp yetenek kazandığımız. Geçmiş bizim gölgemizdir. Bizi en yakından takip eder. Bazen büyük görünür gözümüze bizi yıldırır, bazen cesaret verir her şeyi küçük gösterir. Geçmiş yaşanmışlıklarımızdan ve yaşadıklarımızdan ayrı değildir. Biz bir şeyi yaparken geçmişin elleriyle tutarız, geleceğin gözleriyle bakarız. Geçmiş aslında yetersiz bir söylem olarak geçmiştir ama aslında geçmemiştir, bugünün çıktısıdır, bugünün içindedir.
Önemli olan geçmiş deyince ne kadar uzağa baktığınızdır. Ben çok yakınıma bakıyorum. Çünkü her gün olanla olmuş olanlar bir ve bütün bende. Dün yapılanlar hep hatalı olanlar değildiler. Doğru bildiklerimiz ve yanlış bildiklerimizin birlikte var ettiği doğrultuyuz biz. Ama doğru değiliz. Bir ince hayat çizgisini başlangıcından beri düzeltip son noktaya kadar çekmeye çalışan garibanlarız. Ulaşılacak noktayı bilmeden ama bir nokta olduğunu bilerek yaşayan zavallı benlikleriz. Karıncalar bile bizden şanslı. Hiç olmazsa onlar bir son olduğunu bilmeden yapıyorlar yaptıklarını. Biz ise geçmişi alıp geleceğe bağlamakla uğraşan ahmaklarız. Bir sonu olduğunu bilerek sonsuzmuş gibi yaşayabilen gamsızlarız. Midesinin alabileceğinden fazlasına sahip olmak için birbirini yiyen garip mahluklarız. Yüzyıllar önce de böyleydik, şimdi de böyleyiz. Peki söyleyin geçmiş nerede?
Bir karpuzun ateşlediği kıvılcımla alevlenen anılar zinciri mi? Yoksa bir tavuk ve yumurta ikilemi mi? Geçmiş bir günahın ödenemeyen kefareti mi bin yıllardır? Bitmeyen kardeş kavgalarının halen devam etmesini nasıl anlıyorsunuz? Hiçbiri geride kalmıyor. Dinler tarihi şahittir. Ne tanrının sözü ne sözün tanrısı eskiyor ama hayat eskiyor nedense. Belki renklerin solmasındandır zamanın tesiriyle. Ama geçmeyen bir zaman kavramının içinde kendini tüketen şimdiye üzülmek ve önümüze bakmak için kendimizi avutmaktır belki de.
Ama geçmiş sizi hiçbir zaman bırakmaz, yanınızda taşırsınız ilk yardım çantası gibi.

Geçmişin Ayak İzleri

Geçmiş sizden çok uzak değildir. Sadece sessizce takip eder sizi. Çocukluğunuzun iyi ya da kötü yanları, üzüntüleri veya sevinçleri, sevapları ve günahları, doğruları ya da yanlışlarıdır geçmiş. Hayatınızda ne yaparsanız buraya ilaveler yapmış olursunuz. Siz büyüdükçe çocukluğunuzun süresi artar. Geride bıraktığınız her gün çocukluğunuzdur. İleriye attığınız her adım büyüme çabanız olacaktır. Sizin ne olduğunuz çocukluğunuzdadır; ne olacağınız ise ileriye attığınız adımlarınızda gizlidir. Geride bıraktıklarınız tutarlıdır. İleriye attığınız adımlarda tutarsızlıklar olur. Çünkü olmak istediğiniz şeyi çoğunlukla bilemezsiniz. Ona yüklediğiniz anlamdır geleceğiniz. Yaşadıkça gerçek olur ve bazen sizi hayal kırıklıklarına uğratır. Yüklediğiniz anlamlar üzerinden yavaş yavaş veya hızla dökülür. Geriye gerçek kalır. Sıvasız, boyasız, sevimsiz gerçek… Ve gördükleriniz tutarlıdır. Çünkü sizi kontrol eden çocukluğunuzdur. Asla çok uzağa gidemezsiniz. Geleceğinizi birbirine benzer adımlara dönüştürür. Sizi bir arada tutar. Kaybolmuş benliklerin toparlanamayışı bundandır. Kendini bulamaz çünkü. Israrla çok uzağa düşmüştür çocukluğundan. Çocukluğuna duyduğu öfke ve nefret onu kendine yabancılaştırmıştır. Yaşadıklarını sahiplenemez artık. Yalancı bir hayatı yaşadığını düşünmekten, dünyayla sahici bağlar kuramamaktan şikayet eder. Ve bu yalana son vermek için çabalayıp durur. Geçmişiniz sizin takipçinizdir. Ondan kurtulamazsınız.Geçmişiniz geleceğinizden güçlüdür ve her geçen gün daha da güçlenirken, geleceğiniz kaybeder her gün. Yenik başladığı her günü bir başarı hikayesine dönüştürmeye çalışması bundandır yarının. Her attığı büyük adım geçmişin devasa çizgisi içinde küçücük bir zıplamadan ibaret görünür ve küçülür. Hayatta büyük sıçramalar yoktur. Küçük çıkıntılar vardır. Bunlar birbirine eklenerek büyük görseller oluştururlar. Milyonlarca zıplayışı olan bir çekirgenin en büyük zıplayışı bu toplam içinde ne kadar büyük olabilir ki? Zorlamayın kendinizi. Artistik çabalarınız vücudunuza zarar verir sadece. Kendinize uzun zamanlar tanıyın. Yavaş yavaş yapın yapacaklarınızı. Yönünüzü tayin edin. Dostluklarınızı ve arkadaşlıklarınızı değerlendirin. Sonra çalışın, yeyin, için, eğlenin. Mutlaka bir yere varacaksınız. Hayat sonu olan bir uğraştır. Tutarlı olarak yaşadığınız geçmiş sizi bir yere götürür. Gelecek değil!(?) Şimdi sormak gerekir çok zıplayan kişilere: Ne kadar uzağa zıpladın?Çevrendekilere yaptığın ateşli konuşmalar bittiğinde, kendi kendine ne diyorsun? Sadık mısın? Vefakar mısın? Gerçekten kötülük gördün mü? Kötülük yaptın mı? Sen hep iyi miydin? İçinden hiç hainlik geçti mi? Hakkında konuştuklarınla yüz yüze geldiğin iyi günlerde, yaptığın kötü konuşmaları yapabilir misin? Kavga etmeden kötü söz söyler misin? Kavgayı kötülük yapmaya bahane yaptın mı? Kavgalı olmadan düşmanlık yürütebilir misin? Kendinle kavgan bitti mi? Kendinle kavganda da sesin yüksek çıkıyor mu? Dinlemiyor musun içindeki sesi hala? O halde koşacaksın bir süre daha. Nefesin tükenecek nasıl olsa. Çünkü gerçeği sen de görecek, duyacak ve kabulleneceksin. O zaman geçmiş galip gelecek nasıl olsa. Ayak izlerini silersen, geldiğin yeri açıklayamazsın; kendine bile. Görüntülerin anlamsızlaşır. Hissizleşirsin. Sonra kendini bulmak için düşmanlarına da ihtiyaç duyabilirsin. Dönebilirsin göz yaşlarıyla geçmişe.Geçmişin seni hep takip eder. Bazı öfkelerin boşuna değil. Çocukluğunu unutan yok bu dünyada. Bu yüzden bazı krizler yaşarsın. Ama kabullenmek gerekir yaşananları. Çünkü olmuş şeylerden kurtulmak mümkün değildir. Hatalar bize ait değildir her zaman. Güçlü zamanlarımız ve zayıf anlarımız vardır. Herkese ve her şeye gücümüz yetmez. Kabullenmek gerekir bazen. Yenilgilerimizi, sevilmediklerimizi, sevmediklerimizi; aldatışlarımızı, aldanışlarımızı; zarar verdiklerimizi, zarar gördüklerimizi… Kabullenmek gerekir: Bir özür borcumuz olanlardan özür dilemeyi gerçekten. İçten gelerek. Bir özrü kabul etmeyi içtenlikle. Çünkü bizim iyi insanlarla bir arada olmaya da, bir araya gelmeye de ihtiyacımız var. İyiliği çoğaltmazsak, kötülüğe bir mevzi de biz kazandırmış olacağız bu kesin.Geçmişimiz bizi takip eder. Onu alnından vurmadan kurtulamayız.

Gitmek

Bir süredir gitmeyi düşünüyorum buralardan. Gitmenin neler getireceğini değil de nasıl bir duygu olduğunu irdeliyorum nedense.  Yaşayacaklarım gizli bir korku olarak var kafamda ama su yüzüne bir türlü çıkmıyor bu korku.  Her şeyin bundan farklı olacağı düşüncesi alıp götürüyor aklımı. Bundan farklı... nasıl bir fark belli değil. Belki de yerin dibine alıp götürecek bir rezillik. Ama gitmek, kaçmanın başka bir türü. Dayanamadığım bir varoluşu reddetmek belki de. Ama yerine başka bir şey de koyamamak. Yeninin çekiciliği önünde büyülenmek belki biraz da. Ne bileyim hiç tanımadığım bir insanın seni seviyorum demesinin cazibesine kapılmak da olabilir. Akılsız ve saçmayım bu günler. Kızgınlıklarımı ve kırgınlıklarımı tamir edemeyişimin verdiği çaresizliğe meydan okuma da var denebilir. Her şeyi yok sayma lüksüne ulaşmanın kendisi cezbediyor olabilir. Ne bileyim! Dışarıda kar yağıyor bugün. Ben gitmeyi düşünüyorum. Bu kar kıyamette sokakta kalmanın nasıl bir duygu olduğunu bilmeden. Ölümün soğuk elinin sırtımı sıvazlayışına tanık olmamışken. Kanımın damarlarımdaki sıcaklığını kaybedişini hiçbir zaman yaşamamışken. Gitmek büyülüyor beni! Nereye, nasıl? Büyük şehre. İnsanın insanlığından kolayca çıkabildiği ve insanlığının en duyarlı yerine parmak basabildiği büyük kalabalıkların yaşadığı şehre. Birilerinin deveyi hamutuyla götürdüğü, birilerinin ise açlıktan cinayetler işlediği vahşi ormana. Fazlasıyla evcilleşmiş olan bana iyi gelir belki. İnsanlığımın yükünü omuzlarımdan bir nebze olsun atabilirim belki. Yeniden kendim olmak için bir fırsat olur belki. Hiç tanımadığım bir çevrede, beklentilerin faşizminden kurtulurum belki. Köhneleşmiş yapımı yıkar, yeni bir bina kurarım belki. Belki de kuracak bir bina bulamam. Tek tuğlanın duldasında ömrümü yıkarım nereden bileyim! Ne bırakıyorum geride peki? Üzülmem için ne var? İş mi? arkadaşlar mı? Eş mi? çocuk mu? Ne? Hiçbir şey. Arkadaşların yaşamı devam ediyor. Benim yokluğumu fark edecek bir-iki arkadaşı yüreğimde taşıyacağım zaten. Ölsem cenazeme gelemeyecek arkadaşları ise unutsam ne kaybederim ki? Yaşadığımız, yalanlardan ibaret değil mi? bana önem verildiği, benim yanılsamamdan ibaret değil mi? Ben kendime değer vermezken, başkalarının verdiği değer ne kadar gerçek olabilir ki? Kendisinden ortaya bir değer çıkaramamış insan ölmeyi çoktan hak etmiş olmuyor mu? Ben ölmeyi çoktan beridir hak ettim zaten! Gitmeyi düşünürken aklımdaki tek duygu, diğerleri ne hissedecek. Ne kadar acıklı değil mi? Yani hiçbir şey hissetmiyorum. Kendime sahip çıkamıyorum bir anlamda. Kendi tarihime sadakatim yok. Yaptığıma inanmıyorum. Hiçbir şey yapmamışım meğer. Yapsaydım beni bağlardı buraya. Ayrılmak güç gelirdi. Evet gitmeyi düşünüyorum bu günlerde. Bir kaya dibine, bir dağ duldasına ihtiyacım olduğu bir dönemde. Gitmek kuşu uçtuğunda, kanatlarına tutunmuş korkak bir yüz görürseniz tanıyın diye yazdım bunları belki de...

Güzelleme

“Onu elinde bulunduranın mertliği müphem oldukça, güzellik bütün erkek kuşların apansız yakalandığı hain bir tuzaktır.” Seni merdivenin başında gördüğüm an aslında kurulu düzenimin yıkılışını da duymuştum içimde. Bana yaklaştıkça kalbimin yerinde sanki huysuz bir kısrak bir o yana bir bu yana koşturup duruyordu. Avuçlarımla yatışsın diye okşadıkça inatla tekmeliyor, ömrümün en uzun dakikasını cehennem bir sıcağa dönüştürüyordu aynı zamanda. Bütün seslerin susup, senin de konuşmadığın o anın, sağır edici karanlık odasındaki tutsaklığım sona erer ermez, kendimi bir su birikintisinin içine atıverdim. Başımdan aşağı dökülen sularla kendime geldiğimde artık yoktun. Varlığın şüpheli alacaklar listesindeki meçhul bir hesap kalemi kadar belirsiz ve sızılıydı. Ve şüpheli olduğu oranda merak uyandırıyor, belirsiz olduğu oranda da cesaret kırıyordu. Bu da içimdeki sızıyı, gittiğim yol boyunca uzatıyor ve inceltiyordu. Ama sızı ne diniyor ne siniyordu. Bu başlangıcı sayılabilirdi bizim hikâyemizin. Sonra bir fırtına gibi, tozu dumana katarak geldin yine. Denizden gelen bu sert ve nemli rüzgâr, zaten bozkır havasında gelişmiş aklımı alıp götürdü. Gözlerinin mavisine dolanan bakışlarım, gülüşünün yankısına mahkûm olan kulaklarım ve göğüslerinin ritmine tutulan kalbimle biz artık yoktuk. Sen vardın. Ve senin çevrende dolanan bir toz bulutu: bozkır, gaz ve toz bulutu… Sonra fırtına durdu. Her şey yerli yerine olmasa da oturdu. Ve sen aklımı alan cümleler kurdun Türk Dilini kendine hayran bırakarak. Karmaşık, karanlık ve ahenkliydi her biri. Günlerce onları topladım içimde, bir anlam ifade etsinler diye benim için. Ama anladım ki, benim için söylenmiş bir tek cümle kurmamışsın, belki de masrafına değmez diye. Olsun; ben senin için, bütün cümleleri çatısına göre bir yere topladım. Yapısına göre düzenledim. Belirsiz bir fiili işleye işleye, öyle güzel yaklaşmıştım ki sana, son anda zarfa konulmuş bir mektup tümcesiyle geldim kendime. Kelimeler öyle ketumdurlar ki, bazı anlamları onlardan kalem zoruyla bile çıkaramazsın. Ferasetin işkenceli sınavına çeksen bile vermezler anlamını istediğin şeyin. Kelimeler bazen çileli bir cellâttırlar, kendi çilelerinin ipini çekerler boynuna. Senin kelimelerin, benim celladım oldular. Ve senin eserinden, benim tozlarımı bir bir ayıkladılar. Sonra akşam karanlığı gidişin oldu yanımdan. Işıkların sönük kaldığı bir aydınlıkta karardı yüzüm. Sana el sallamadım yanlış anlaşılır diye; ama senin ellerin sallandılar bana doğru. Fark edilmiş olduğum anlamına mı geliyordu bu, yoksa bir veda hareketi mi? Anlamak güçtü; ama ben bu harekete katılmak için sabırsızca bekliyordum zaten. Ellerimi, ellerine doğru salladım. Bir camın buğulanmış tarafında kaybolmaya yüz tutuyordun, bense, senin yokluğunla gelen gerçeğin şamarına yüzümü tuttum. Sonra yanına oturan bir siluet gördüm. Belki de, her gece evini yoklayan karabasan oydu. Seni bir karanlıktan alıp, başka bir karanlıkta kaybeden bu yüzle hesabım hiç bitmedi. Gittin. Kelimelerini sözlüğümden silip gittin. Artık biraz dilsizim. Sana beslediğim duygularımı alıp gittin. Artık biraz hissizim. Sana söylenmiş şarkılarımı alıp gittin. Aşksızım. Seni özlemin köy kahvesinde, okey masasının bir köşesinde, dördüncü kişi olarak bekliyorum. İstekamın üzerinde, “attığın taşlara hastayım” yazıyor.

Hayatımın Unutulmaz Fotoğrafları

Bazen sararmış yaprakların ayaklarınızın altına bir halı gibi serildiği yolları anımsarsınız son bahar görüntüsü olarak. O son baharın özel görüntüsü bana hep sonbahar görüntülerine bakma isteği verir. İlkbaharın coşkuyla, fışkırır gibi dallardan taşırdığı yemyeşil yaprakların güzelliğine doyamadan, sararan ve bulunduğu dalı terk eden yaprakların hüzünlü görselliği içimi yakar. Çıplak ve kendini koruyamayan ağaç, örtünemeyen dallar ve çürümeye yüz tutmuş güzellik timsali yapraklar… işte son baharımı ben böyle anımsıyorum. Ve bu fotoğraflara bakarak sonbaharları arka arkaya sıralıyorum. Ayaklarımın altında hışırdayan o güzelliğin dağılırken çıkardığı ses ve aklımda düşsel gerçekliğin kaybolan görüntüsü…Sevdiğim insanları hayatımın parçası yapmaktan kaçınamadığım bir gerçek. Bu hastalıklı bir durum olabilir ama ben memnunum. Böylece sevdiklerimi hayatımın içinde tutarak, hayatımı sevilebilir bir hale getiriyorum. Onlarla yaşamanın güzelliği beni mutlu ediyor. Fakat vedalaşmalara gelince…bu durum katlanılamaz. Sinirli olmam. Derin bir keder kaplar içimi. Yok oluşun başlangıcıdır. Bir yanımın kendini silmesidir içimden. Kolumun biri, gözümün biri, burnum, kulağım, ağzım, dilim, elim… Siliyorlar kendilerini. Ve ilk baharda ışıl ışıl, canlı, sevgiyle bakan gözler, alıyorlar bakışlarını benden. Ve sevdiklerini söylüyorlar giderken. Ama bir kez olsun aramayan sevgiler…Onlardan biri aradı geçen gün. Bir fotoğrafı silmemi istedi sosyal medyadan. Bizimle çekilen bir fotoğrafı. O mutfağında çay demleyip, bulaşıklarını yıkadığı; bizim dediği, abi dediği insanların olduğu, sahip çıktığı yerde çekilmiş arkadaş resimlerinden birini. Sebebi ünlü olmaya başlaması. Ajansı istemiyormuş. Hem de çirkin görünüyormuş. Oysa bize en güzel göründüğü resim o. Şimdiki halini tanımıyoruz bile. Sevimsiz ve mutsuz. Aç kalmış insanların gerginliği var bakışlarında. Japon oyuncakları gibi kocaman gözlü, sıska bir oyuncak. Sildim.Onu ve tüm mazisini içimden sildim. Kırılan kalbimin yarıklarına parçalayıp attım son görüntüsünü de. Artık oynadığı şeyin benim için hiçbir önemi yok. Çünkü oyun değildir asıl olan. Biz bunun farkındayız.Sararan yaprakları seyrediyorum şimdi. Hayatımın henüz son baharı değil belki. Ama hışırtılı dağılmanın içimdeki kaybolan hüznü yüreğimi her daim burkacak. İhtiyacınız olan bir şeyi başkalarından alarak yaşanan bir hayat bu. Hayranlık gibi, emek gibi, sevgi gibi, sadakat gibi.Bir gün bu hengame bitecek. Yanında sararan bir yaprakla yok olacaksın. Güzelliğin, sokağın anlık görüntüsüne katkı olacak sadece ve unutulacak. Güzellik güzelin süsüdür ve geride kalır hep. İşte ben o fotoğraflara bakıyorum.

Hayır Hepimiz Tecavüzcü Değiliz!

T24'ten Leyla Alp'in "Nasıl Tecavüzcü Olunur?" yazısı harekete geçirdi beni. Duygusal anlarda yapılan muhakeme yanlışları bizi yersiz söylemlere de götürüyor bazen. Ama niyet iyi. Buna bakıyorum. Hayır! Hepimiz tecavüzcü değiliz. Ben kalleşçe bir hınçla, kendinden güçsüz birine zor kullanmaktan yana olmadım; olamam da. Ben erkek olmayı korumak ve kollamak olarak görüyorum. Bir kadına kötü davranan erkeklerin savunucusu olmayı değil, onlarla savaşmayı seçmek gibi bir yetiye ve anlayışa sahibim. Aynı zamanda kadına kötü davranan kadınlara da... Bir insana karşı kabalaşmanın kişiliğimde önemli ölçüde azalmaya neden olduğunu, duygusal ifadelerimi ve hislerimi azalttığını, yaşamı bir kaç kısır kelimenin arkasından görmeye neden olduğunu biliyorum. Kadınlarına kötü davranan erkekler korkak ve yetersizdirler. Ve bu toplumsal eğitimin yetersizliğinin dışavurumudur. Türkiye'deki aile eğitiminin ve geleneklerin, göreneklerin, törelerin tükenişidir. Koşullu sevmenin duvara toslamasıdır.Asla tecavüzcü olmaya aday değilim. Erkek olmak başlıca neden değildir tecavüzcü olmaya. Ama çoğu tecavüzcü erkektir. Ve erkek hoyratlığı kendi cinsine de yönelir bazen. Tecavüz: TDK Sözlükte saldırı, sınırı aşma vb. olarak tanımlanıyor. Erkeği, güçlüyü her hakkın sahibi kabul etmek; suçluyu bir kazazede gibi tanımlayarak korumak bu devletin geleneği olmuştur. Aşırı hız yüzünden insan öldüreni de, düğünde alkollü bir şekilde silah atıp insan öldüreni de kazazede gören aynı zihniyettir. Alkol alıp karısını döveni içten içe takdir eden de, akşam arkadaşlarıyla takılan kadını orospu gören de aynı devlet ve ona şeklini veren toplumdur. İçten içe herkes aynı şekilde kadına kızmakta ve kin tutmaktadır. Aşağılamakta ve onu ezip yola getirmek istemektedir. Karısına veya kızına anlayışlı davranıp, bu olanları normal kabul eden erkekleri de aynı şekilde cezalandıran bu toplumdur.  Peki bu anlayışın bir kişide uç vermesi sadece o kişiyi mi suçlu yapar? Elbette. Seçim yapabilen insan suçludur. Seçimleri belirleyen, onu alttan alta şekillendiren ve onaylayan toplum da suçludur. Çünkü bu toplum sürekli olarak belirli suçları işlemesi için bizleri kışkırtmaktadır.Kişileri mahkum ederek önlenemeyen bir tırmanışı nasıl durdururuz? Toplumsal aklı eğitmeden, namusu 21. Yüzyıla uygun bir şekilde tarif etmeden bu olayları nasıl çözeceğiz? Bir kadınla asla yalnız kalamayan ve bunu kadına her türlü sahip olmanın zemini sayan anlayışı mutlaka en şiddetli bir şekilde cezalandırmalıyız. Ama toplumsal arkaplanı da değiştirmeliyiz.Yeni Şafak Gazetesi yazarı(?) Cemile Bayraktar ve buna benzer kişilerin yaşadığı toplum, insan hayatına saygı duymuyor. Acılarımızdan etkilenmiyorlar. Bu mütecaviz bir yaklaşımdır. Çünkü tecavüzcünün zeminini güçlendiren anlayışı yaygınlaştırmaktadırlar. Ve saldırgan bir güruhu kışkırtmaktadırlar. Bu insanlar herhangi bir giyimi tecavüze davet olarak vaaz etmektedirler. Leyla Alp Hanımefendi de kadın, Cemile Bayraktar da. Bir tecavüz olayında ikisi farklı yerlerde durmaktadırlar. Ve ikisi de bizi farklı yerlerde kategorize etmektedirler. Oysa ben kendi istediğim yerde olacağım sadece. Hem bana tecavüzcüymüşüm gibi davrananlara, hem tecavüzü müslümanlara saldırının vesilesi olarak görüyorlar diye tecavüze sessiz kalanlara uzak mesafedeyim. Bir olayı bağlamından koparmadan tartışarak çözüm bulabileceğimizi düşünüyorum. Tecavüzü tartışırken hem iktidara, hem erkeklere, hem dincilere, hem sosyalistlere, hem muhafazakarlara vurmaya çalışanlarla çözüm üretilemez. Çözüm insana saygıyı temel alan insan haklarına saygılı yaklaşım olacaktır. Çünkü buna hem dincinin, hem dinsizin; hem sosyalistin, hem muhafazakarın ihtiyacı olacak. Herkes tecavüzün nesnesi olabilir. Bunu bir insan hakkı ihlali olarak en ağır şekilde cezalandırmalıyız. Toplumsal eğitimini de derli toplu vermeliyiz.Son olarak Özgecan Aslan'ın vahşice öldürülmesi içimizi yakarken, yaşam hakkının, vücut bütünlüğünün, kararlarımıza saygı gösterilmesinin insan hakkı olduğunu haykırıyorum. Hayır! demenin hayır anlamına geldiğini herkes anlamalı. Bazı erkekler bir kadınla yalnız kalmanın sekse uygun ortam olduğunu düşünmekten vazgeçmeli.ek için tıklayın. Çok kolay.

Hoşçakal

Bugün çocuklar ile ilgili bir şey yazmak istedim. Can DÜNDAR’IN duyarlılık dolu satırlarını okurken burkuldu durdu içim. Çocukluğumun kırmızı bisikletine binip geçmişe doğru yol almaya başladım birden. Bütün sarı sayfalar canlı yayın ekibini oluşturmuş, üzerime üzerime gelmeye başladı. Çocukluğum; minnet ve hasretle andığım zaman. Benim çocukluğumun en büyük kahramanı ince çizgi bıyıklı bir adamdı. İleriye keskin bir biçimde bakan kahve gözleri, hedefini net bir biçimde gösteren düz çıkık burnu ve gerektiğince gülen yüzüyle, uzun boyuyla herkesin çekindiğini sandığım uysal adam. Onu bütün sevgi ve saygımıza karşın yeterince konuşup, paylaşamadan bir kalp kriziyle kaybedişin derin üzüntüsünü ölümünün onuncu yılında bile unutamadım. Her gün keşke bir yerlerden beni gözlüyor olsaydı, yaptıklarımla gurur duyabilseydi diyorum. Hayatla nasıl başa çıktığımı, nasıl akıllı bir oğlu olduğunu, geçmişteki fevriliklerimin yerini nasıl kendisi gibi uysal ve sevecen birisine bıraktığını bir görebilseydi diyorum. Eşimi ve çocuğumu tanıyabilseydi, bunca uğraşın kendisinin bana verdikleriyle olduğunun bilincinde olduğumu, bana sevgi adına ne çok şey aşılamış olduğunu bir görseydi, bir söyleyebilseydim diyorum. Ve bütün bunları bana yeterince sarılamadan vermeyi nasıl başardığını öğretmesini isterdim. Bugün bütün kitaplar nasıl çocuk yetiştirileceğini yazmasına karşın sevgisiz ve ilgisiz çocukların dramını izleyip dururken, kitabın ve televizyonun olmadığı bir dünyada bunun en güzelini nasıl başardığını bilmek ve çocuğuma göstermek istiyorum. Babacığım seni hala ilk günkü kadar çok özlüyorum. Seni elektro şok aletinin altında cansız yatarkenki halin gözümü önünden hiç gitmedi. Hırçınlıklarımı ve öfkelerimi yatıştırırken ki alçaktan alışların şimdi üstümde büyük bir dağ gibi yüksekte duruyor. Sen bana sevgini açıkça söyleyememeyi öğrettin, ben de bunu şimdi geç söyleyerek gösteriyorum. On yıl çok geç değildir umarım. Dünyanın en büyük, en güçlü adamını bir şok aletinin altında yenik görmenin derin acısı yüreğimi hala burkuyor. Ben unutamadığıma göre, babasını benden daha elim ölümlere verenlerin acısı nasıl onulur bunu düşünemiyorum bile. Senin varlığınla örnek olan ailemiz, şimdi senin yokluğunla nasıl dağınık bir görsen. Ve ben ailemizin mutluluğunun da seninle beraber uçup gittiğine kanaat getirdim. Benim ocağımda tütecek olanda seni yaşatabilmeyi çok isterim babacığım. Umarım benim ailem senin ailenin daha güzel bir örneği olur da sana özlemim güzel bir şeye dönüşerek yarına ulaşır. Özlemimde hiç olmazsa sana teşekkürler edebilmiş olurum. Şimdi yeni torununun gelişiyle beraber sana gerçekten hoşça kal demek istiyorum. Hoşça kal babacığım. Huzur içinde uyu.

İhanet, Liyakat, Sadakat

Ne garip bir anlam dizgesinde yol alıyoruz. Kaç gündür aklımı kurcalıyor bu. İhanet, liyakat, sadakat... dostluklarımızı ve düşmanlıklarımızı belirleyen bu kavramların bizimle ilgisi ne kadar ve nereden diye. İhanet. Yazın dünyasının en meşhur ve ilgi çekici konularından. Ahde vefasızlık edilince ortaya çıkan bir düşünce ve eylem biçimi. Yol ve yoldaşa ters düşen tutumlar benimsemek. Gizli filmler çevirmek. Aynı inanışta olduğunu söyleyenlerin, sözbirliği ederek yol alırlarken birden birisinin yoldan çıkıvermesi ve yolun aleyhine işler çevirmesi ihanet olarak algılanır. Oysa yol üstünde o kadar ince yollar vardır ki; kimse sorgulamaz. Genel erkekler dünyasına ait bir kavrammış gibi görünür bu bana. Davaya ihanet, eşine ihanet. Kadın erkek arasındaki ihanet kadına özgüdür genel itibariyle. Çünkü erkeğinki ihanet olarak söylenmez. Aldatma, kandırmaca gibi bir çerçevede ele alınır ve bir özre ihtiyaç duyar bağışlanması için. Ama kadınınki... dünyayı özür olarak getirseniz de affı mümkün kılamaz. Kadınınki ihanettir. Cezayı gerektirir. Erkeği, aileyi ve toplumu yaralar. Kimse affetmez bu davranışı. Affedenin yeri de kadının yanındadır. Erkeği kadına çevirmek aşağılanmanın en aşağısıdır zaten. Vs.vs. Liyakat. Olana, varolana eşit ve eşdeğer olmak. Ödüllü bir ilişki biçimidir liyakat. Madalyaları bile yapılmıştır kimi zaman. Ama layık olanın kalıcı olarak bunu sürdürmesi mümkün müdür? Tartışılır. Liyakat madalyası verilenlerin sonraki yaşantıları incelenmelidir. Liyakat sadık olana özgüdür. Sadakatin arkadaşıdır diyebiliriz bir yerde. Sadakat. Bütün iyiliklerin yanı başında yer alan ahde vefa içeren soylu bir davranış biçimidir. Sadık kullar, sadık yarlar söylenir. Herkes sadık arar kendine. Ama sadıklar arasından çıkar sadık olmayan. Ve ihanetin buram buram kokusunu taşır sadakat. Sadakat, ihanet ocağıdır aslında. İhanet bütün gücünü sadakatten ve sadakat beklentisinden alır. İhanet sadakatin güçsüz yanıdır. Sadakat bütün algıların kapanmasıdır. Kendini veriştir. Tam teslim oluştur. Ve bu olduğu ölçüde sadıklar ihanetlerinde masumdurlar. Ölçüsünü ve kendisi olmayı bırakmış kişinin hatasından günah oluşmaz. Sadakat uyanıklığın bütün silahlarını almıştır elinden. Sadakat sonsuz bir uyku halinde sonucu beklemektir. Sadakat tekdüze bir hayattan ne beklediğini bilmektir. Oysa yaşam tekdüzeliği kaldırmaz. Sıkıntı çıkagelir bir yerlerden ve her şeyi alt üst eder. Renkli ve cıvıl cıvıl bir hayat sadakatin düşmanıdır. İhanet, liyakat ve sadakat. Kendimize ait kavramlar değildirler aslında. Verilmiş olan kurallardır bunlar. Bize layık görülendirler. Bizi birileri hain, birileri layık ve birileri sadık görürler. Kimse kendine sadık, kendine layık, kendine hain görülmez. Ve ne acıdır ki tüm yaşantımız başkalarının değerlerine göre geçip gitmektedir. Sevmenin ve sevilmenin bile başkalarından ölçülenmesi bizim en büyük acımızdır. Karşılıksız sevmenin ve kendisi olmayı becermenin çok uzağındayız. Bir şeyi kendi halinde sevmeyi beceremediğimiz ölçüde başkalarının ölçülerinde ölçülmeğe devam edeceğiz ne yazık ki...

Kandırılmış Kadınların Erkek Çocukları

Kaybedilmiş bir geleceğin bahtsız çocuklarıyız biz. Hayat aldanmış bir anne verdi bize; sevgisi hangi terazide tartılsa asla artı vermeyen bir baba. Her anneler gününde babamızın annemizi nasıl kandırdığını düşündüm. Annemizin nasıl, hangi yalanla bu ikiyüzlülüğe inandığını… Oysa dünyanın en iyi babasıydı bizimki! Hangi yalana inanmalıyım? Biz kandırılmış kadınların erkek çocukları, her 8 Mart’ta yeni bir yıkım yaşarız. Babalarımızın kadınlardan çaldığı haklarının mirasçısı olduğumuz için. Asla geri veremeyeceğimiz bu hakların ne biz farkındayız ne de kadınların ekseri çoğunluğu. Sanırım birkaç kadının bildiği bu çalınmış ve onlara vaat edilmiş hak bizden zorla sökülüp alınmadıkça ne biz bu utançtan, ne de kadınlar bu aşağılanmadan kurtulamayacaklar. Bir alçağı dünyaya getirmiş olmanın utancı içindeki anneler için durum daha da ağır. Çünkü onlar hemcinslerinin hakkını çalan, onları kandıran ve utanç içinde bir köşeye atan bu erkeklik uzvunu bilerek dünyaya getirmiş olmanın haksız ezikliğini yaşamaktalar. Doktorun erkek bir çocuğunuz olacak cümlesinden sonraki hallerini tahmin etmek güç. Oysa biz erkekler kadınları seviyoruz. Onların aşkıyla yazdığımız onca destan var ki, birçok aşkın güzelliğine anlam katmıştır. Kadını yücelten, varlığını kendi varlığımızın üzerinde tuttuğumuz o kadar çok olay var ki. Ölümcül sevmelerimizi tarihin çöplüğüne atan 8 Mart vakaları bu konuda haksızdırlar. Savaşçı kimliğimizle cephelerde kırıldığımız unutulmuş görünüyor. Ne için? Vatan nedir ki bir erkek için? Kadınlar burada da aldanıyorlar galiba! Aldatan erkeklerin arkasında durmuyorum. Ama aldanan kadının da arkasında durmayacağım. Herkesin aldanışı kendi tercihidir. Bunun bir cinsin tamamına teşmil edilmesinden yana da değilim. Hayat hepimize değişik aldanışlar vermiştir. Eğer ayakta kalabilmişsek ders de almışız demektir. Aynı taşa ayağımızı sürekli çarpmamızın suçlusu taş olamaz. Aldanışlarımızın suçlusu da erkekler…Ama biz kandırılmış kadınların erkek çocukları olmaktan üzüntülüyüz. İsterdik ki annelerimiz bizi gönülleri dolusunca sevdikleri adamlardan severek ve isteyerek peydahlamış olsunlar.

Kar Topu

Kartopu oynamanın ne kadar tehlikeli olabileceğini evvelsi gün öğrenmiş olduk. Yanlışlıkla sevinçle savurduğunuz bir kartopu komşunun camına değerse bunun cezası ölümmüş. Amerika'da mülke izinsiz girmenin cezası ölüm olur da filmlerde, çok tuhafıma giderdi. Bizde mülkümüze gece yarısı en tatlı uykumuzun arasında sızan adi hırsıza eşit güç kullanımı arayan adalet sistemimiz, cama çarpan kartopu için bir insanı kalbinden bıçaklayan katile ne ceza verecek bakalım. Hangi saygın indirimden faydalanarak aramıza sızacak bu cani daha sonra; hangimizi, hangi basit kusurumuzdan dolayı doğrayacak diye gün sayacağız. Cezanın dışarıda verildiği "Yeni Türkiye’de hapishaneler dinlenme ve linçten kurtulma yerine dönüşüyor. Katiller dinlenip güç topluyor sanki. Aramıza daha bir öfkeli ve daha bir bilenmiş olarak dönüyorlar. Kadınlarımızın kollarını dallarını kırıp, kızlarımızın taze canlarına kastediyorlar. Güzellikleri yok eden sığırlar gibi, güllerimizin arasına dalıp darmaduman ediyorlar bahçelerimizi. Bu toplumda öcünü -sosyal bir insan olarak-toplumsal sözleşmeden doğan haklarına dayanarak devletin almasını bekleyenler, aciz, salak ve aptal yerine koyuluyorlar. Hakkını devlete bırakmayıp kendisi ceza kesenler delikanlı ve saygın yurttaş oluyorlar. Kadına, kıza, çocuğa, erkeğe olur olmaz el, yumruk, silah kaldıranlarla demokratik yollarla hesaplaşmanın önü tıkanıyor. Bu infial PKK teröründen daha tehlikelidir. Kartopu masumiyetini hain bir bıçağın keskin ağzında kaybetti. Kan topuna döndürülmüş sevinçlerimiz gölgeli artık bu memlekette. Ağzımızı bıçak açmıyor...

Kendini Tanımak

Kendimize saygı duymanın en güzel yollarından birisi kendimizi tanımaktan geçer. Bir şeyin nasıl olduğunu bilmeden ona bağlanmak veya ona karşı olmak nasıl mümkün değilse, kendimizi tanımadan saygı duymamız veya nefret etmemiz de mümkün değildir. Peki kendimizi nasıl tanıyacağız? Sanırım en güzel yol olayları yaşarken neler hissettiğimizi sormak ve neden bunları hissettiğimizi anlamaya çalışmaktır. Benim kendime saygımı ve kendimi tanımamı engelleyen en büyük özelliğim korkularım olmuştur. Korkulu bir insan olmaktan hoşlanmayışım kendimden hoşlanmayışımın en önemli etkenidir. İnsanlardan korkmak diye de altını çizebilirim bu korkunun. Sosyal bir korku bu. Yalnız bir insana yönelik bir korku değil. Kavga etmekten korkarım mesela. Dayak yemekten, aşağılanmaktan, küçük düşmekten korkarım. Güçsüz olduğum düşüncesinin ters yüzü olan güçlü olma isteği kavga etmek ve yenilmek sonucundan kaçınmayı getiriyor. Bunun sonucunu ben korku olarak yaşıyorum. Ama bu sefer de kavgadan kaçarak küçük düşme noktasına geliveriyorum. Aşağılanmaktan korkmanın ters yüzü olan aşağılama isteği hemen su yüzüne çıkan bir davranış bende. Eksikliğimi bir aşağılanma ve acizlik olarak algılıyorum. Sonuç yine aşağılanma ve korku. Kavga etmeden dayak yenemeyeceğine yada atılamayacağına göre ben ne kavgada yenmeyi ne de yenilmeyi yaşayabiliyorum. Kendimi tanımama izin vermeyerek bu korkunun sürmesine izin veriyor bundan da nefret ediyorum. Dolayısıyla kendimden de nefret etmeye başlıyorum. Korkak bir insan olduğum için. Güçsüz olduğumu düşündükçe güç istiyor, güç istedikçe güçsüz olduğumu sanıyorum. Bu da asla güçlü olma hissini yaşamama izin vermiyor. Kendimi diğer insanlara göre yine de güçsüz görmeme neden oluyor ve nefretimi kalıcı bir ağrıya dönüştürüyor. Korkmaktan korkuyorum ve korktukça korkuyorum. İşte bunlar benim korkularım. Kendimi tanıyorum. Peki ne olacak şimdi öyleyse: Ben ne için korkuyorum? Ben neden korkuyorum? Ben kimden korkuyorum? Ne zamanlar korkuyorum? Aslında ben ortaya çıkaramadığım öz yeteneklerimden dolayı eksiklik ve tatmin olmamışlık yaşamaktayım. Tanınmak ve onaylanmak ihtiyacı beni sosyal bir korkunun nesnesi yapıyor. Eğer ben insanların beni gerçek güçlülüğüm, güçsüzlüğüm, bunlara önem verip vermediğim ve tüm insanca yanlarımla tanımalarına izin versem ve onların neye önem verip vermediklerini bir görsem ve bundan sonra onlara benim ne kadar önem vereceğim sonucuna ulaşsam bu korkum azalacak sanırım. Ben aslında kendimden korkuyorum. Kendimden olayların altından kalkamayacak kadar güçsüz ve donanımsız olduğum hissini yaşadığım zamanlarda korkuyorum. Daha sonra bunu genelleştiriyorum. Bir insana sonuna kadar karşı çıkmaktan, protesto etmekten korkuyorum. Gerekli azmi artistik olmadığı sürece gösteremiyorum. Benim isteğimden daha çok başkalarının ne düşündüğü önemli olduğu sürece de bu korku ve devamsızlık devam edecek. Kendime ve isteklerime, düşüncelerime gerçekten saygı duymayı becerebildiğim anlarda korkularım da azalacak. Gerçek gücüm ve güçsüzlüğümü tanıyıp sevdikçe korkularım azalacak ve belki de yok olacak.

Kerem

Oğlum, hayat öyle hızla geçiyor ki, bir an durup nefes almak bazen mümkün olmuyor. Seni, zamanı durduramadığımız bu anlardan birinde davet ettik aramıza. Seni tanımıyoruz henüz. Ama sevmeye çok hazırız. Bizim senin hakkında düşündüklerimizi, sen daha doğmadan öğren istiyorum. Çünkü seni umutla, sevgiyle bekliyoruz. Sağlığını sıhhatini çok umursuyoruz. Annenin beli ve sırtı ağrıyor sürekli. Beş aydır düzgün ve düzenli bir uykusu yok. Uyuyamıyor, sadece sırt üstü yatarsa rahat. Senin yerin her geçen gün daraldığı için karnını tekmeleyerek rahatlamak istiyorsun. Kocaman bir karında, kocaman bir çocuk olarak gelişiyorsun. Ayşe Bahar’da bu kadar ağrı ve sancı çekmemişti annen ama sen de canı çok yanıyor. Umarım sağlığın, sıhhatin ve her huyunla bizim huzur dolu dünyamıza katkıda bulunursun oğlum. Çünkü biz seni böyle bir hayata bekliyoruz. Sana vaat edebileceğimiz de bu kadar. Sevgi ve mutluluk verebiliriz bir süre. Gerisini de sen getirirsin artık. Çünkü hayatını güzel kılacak olan sensin. Sen hayata nasıl bakarsan, o da sana onları verecek. Buna emin olabilirsin. Oğlum, hayat bir defter yaprağı gibi geçecek. Bembeyaz, boş yapraklarla dolu bir defter… sen her yaprağına not düşeceksin. Eğer hayattan duyduğun ve gördüğün iyi sesler ve görüntüleri yazarsan harika bir defterin olur. Ve hayatta kötü şeyler de var. Bunları da duy, ama kayda alma. Çünkü kötülük kayda değer değildir. Bugün ablan hasta çocuğum. Sen de bunları yaşayacaksın biliyorum. Ablan beş gündür kalbimin bir yanını ezim ezim ezerek iyileşiyor. Ama bu kadar acıyı hak etmiyor diye düşündüğüm için, içim kıyılıyor. Bir baba olarak bütün acılarını kendim yaşamak isterdim ablanın buna kesin olarak inan. Senin için de aynı olacak buna da inan. Ben her zaman duygularımı tam göstermek isterim size ama bazen bunu göremeyebileceksiniz. Senden ricam bana her zaman fikrini söylemen ve bunu neden yapıyorsun diye sormandır evladım. Çünkü büyükler de aslında içlerinde bir çocuğu büyütmektedirler. İşleri sanıldığı kadar da kolay değildir oğlum. Seni Allah’ın keremine şükür diye bekliyorum haberin olsun! Önüne bu çok çıkacak bil. Adını annen çok istedi. Ben de kabullendim ama en güzeli adını senin güzelleştirmen, ona en mükemmel içeriği kazandırmandır. Benim adımın anlamını öğrenmem otuz yıl sürdü, belki bu yüzden yapamadım ama senin bu şansın doğar doğmaz var. Ben öğrenmek için var gücümle çalışıyorum. Siz sorarsanız cevabını bileyim diye. Çünkü hayata sizi en iyi bir şekilde donanmış olarak hazırlamak istiyorum. Sizinle beraber çok uzun yıllar yaşayamayacağımı biliyorum. Ben yokken siz hiç olmazsa kendi gücünüzü ve yönünüzü kolayca bulun istiyorum. Ben pusulamı otuz beşimde buldum. Ne istediğimi ancak bu yaşlarda anlayabildim. Yanlışlar yaptım. Kendi doğrularımı bulmanın cezasını ödeyerek geldim bu yaşıma. Bazen aileme de yaşattım bir kısmını, ama siz yaşamayın istiyorum oğlum. Ayşe Bahar umut vaat ediyor. Ne istediğini şimdiden biliyor gibi. İstemediği bir şeyi yapmıyor. İstediği bir şey için mantıklı bir şekilde uğraşıyor. Ama çok hırslı bir şekilde etrafı dağıtmayacak kadar da sağduyulu. Onu çok sevdim. Umarım sen de çok seversin ablanı. O da seni merak ve hasretle bekliyor. Korka korka bekliyor; çünkü sevgimizi kaybedeceğini zannederek endişeli. Ama biz bunu yaşamaması için hazırlıyoruz kendimizi. Umarız onun endişelerini boşa çıkarmayı başarırız. Sen de buna yardım edersin. Senin için en büyük emeği annen veriyor oğlum. Annen her çocuk doğurmada hayati riskler alıyor bunu öğreneceksin. Sizi var edebilmek için hayatını riske atıyor. Doğduktan sonra bunu hatırlamalısın. Çünkü insanoğlu kolay unutuyor. Sen de unutabilirsin. Bu sana hatırlatacaktır diye umuyorum. Sen umursamaz bir evlat olmayacaksın. Çünkü biz seni ve hayatımızda olan biten her şeyi umursuyoruz oğlum. Sana bu ilk mektubum. Biraz da heyecanlandım galiba. Daha sonra yeniden yazmak üzere şimdilik gözlerinden ve minicik ellerinden öpüyorum. Annenin karnında rahat ve huzur diliyorum sana. Sağlıcakla kal benim sevgili kalbimin parçası

Kızıma

Seni önce sadece bir düşünce olarak benimsedim kızım. Cinsiyetini öğrenmek için hiç acele etmedim aslında. Benim ve annenin ortak ürünü olman bana yetiyordu. Ancak senin bir kız çocuğu olduğunu öğrenince ister istemez belirlenmiş düşünceler geçti içimden. Kıvır kıvır saçların, rengarenk giysilerin, okula gidişin, oyuncaklarınla oynayışın ilk, orta, lise, üniversite çağların düşümde canlanıp durdu. Şimdi gerçeğe döndüm artık. Senin annenin karnında bir canlı insan olduğun fikri gelip oturdu bilincime. Önce sağ ve salim doğman dileği içimi yakıp duruyor. Annen ve sen sağ ve salim olun önce, bunu hep tekrar ediyorum. Sen anneni nasıl yoruyorsun bunu çok geç anlayacaksın biliyorum. Belki anne olunca. Ama ben şahidim kızım, annen senin için ne büyük riskler alıyor ne yorgunluklar çekiyor. Akşamları rahat uyuyamıyor sekiz aydır. İlk üç ay hep kusup durdu. Sinirliydi durmadan. Ama senin gelişin onun tesellisi oldu hep. Sen kendi içinde her şey olabilecek potansiyel insan dişi yavrusu. Senin gelişine biz her gün seviniyoruz kızım. Birbirimiz için aşk ve sevgi sözcüklerine doyamadan henüz, senin varlığınla anlamlanan ve damgalanan bir sevgi ve hitap türüne yöneldi konuşmalarımız. Seni evimizin baş konuğu olarak misafir etmeye hazırlanıyoruz sekiz aydır. Seni kalbimi yakan bir sevgiyle bekliyorum yavrum, adını ve anlamını bilemediğim bir sevgi bu. Elimi, gözlerimi, kalbimi ve kişiliğimi sevdiğim gibi sevdiğim bir sevgi türü. Bugün senin doğumuna yirmi altı gün var. Annen artık hiç uyuyamıyor kızım. Karnı o kadar büyüdü ki… sen bugün itibariyle 2,8kg sın. Tekmelerin artık canını yakıyor kızım. Annenin karnına sığmaz oldun. Büyüdükçe yerin de daralıyor tabii. Sen de haklısın. Ama annen çok yoruldu kızım. Bir insan doğurmak hiç kolay değilmiş kızım bunu anladım. Evimizi de sana göre tasarlıyoruz yavrucuğum. Odanı sarı ve turuncu renklere boyadım. Hayvan desenli yeşil bir bordür yapıştırdık annenle ama annen beğenmedi bunu söküp yeniden şimdiki bordürü yapıştırdık. Bu bordürü bulmak için bir ay aradık kızım. Haberin olsun. Annen senin için üç defa kan verdi. Tahliller için. Bunun ne önemi var deme. Var. Çünkü annen iğne lafını duyunca ağlamaya başlayacak kadar iğneden korkan birisi. Ama konu sen olunca iki gözü iki çeşme kan vermeğe gidiyor hastaneye yavrum. Bugün de tahlil sonuçlarını almak için gelecek şehre.          Seni ultrason da her ay izliyoruz kızım. Bazen ellerin kavuşmuş, bazen ayaklarını çaprazlamış görünüyorsun. Bunu görünce nasıl seviniyoruz bilemezsin. Keşke bizim de seni izlerken çekilmiş gizli görüntülerimiz olsaydı. Bugün 4 Nisan 2005. Adını verdiğimiz bahar geldi kızım. Renkler, kokular, ışıltılar ve güzelliklerle. Biz seni güzel bulduğumuz bir dünyaya getiriyoruz kızım. Bizim dünyamıza getiriyoruz. Umarım sen de güzel bulur ve daha güzel bir dünya olsun diye bilinçle uğraşır ve katkıda bulunursun bu dünyaya. Bizim diktiğimiz ağaçlara yenilerini eklersin. Dayınlar senin heyecanını bizim kadar paylaşıyorlar kızım. Odana gelen eşyaların çoğunu Veli dayın ve Ayşe teyzen gönderdiler. Hüseyin Dayın senin için Almanyalardan geliyor. Aylin ve Teoman seni heyecanla bekliyorlar kızım. Sevildiğin bir ortama doğuyorsun. Sevildiğini şimdiden bilmeni istiyorum. Bu hiç de azımsanacak bir şey değil bunu unutmamalısın. Amcanlar da seni sevecekler kızım. Onlar biraz sevgilerin göstermede utangaçlardır. Ama severler seni. Görmeleri gerekir. Çünkü onlar çocuğun çok olduğu bir yerde yaşıyorlar. Orada çocuğu sevmek doğal bir durum. Sadece bunu her gün göstermek anormal. Onun için seni sevdiklerini sonradan gösterecekler. Merak etme! Kızım babanın hayatında kutsal saydığı hiçbir şey olmadı bugüne kadar. Seni sevmenin bunu oluşturmasını umuyor. Belki her şeyin geçici olduğuna inandığından. Ama sen ondan sonraya kalacak tek varlıksın. Belki senin sevgin bu kutsiyeti her gün yeniden oluşturur. Kızım biz seni özlemle bekliyoruz bunu bil diye yazıyorum bunları. Dünyaya gelişinle iyi bir evlat olmayı da başarmış olacağını şimdiden söyleyebilirim. Senin her şeyinin sorumlusu olmayı kabul ediyorum kızım. Seni sevmenin nasıl olacağını da bilmeden sevmek olduğunu biliyorum. Yarın ne olursa bu tohumdan olacağını biliyorum. Seni insan olarak yetiştirmenin sorumluluğunu almayı da seviyorum. Hayatla yüzleşerek hayatı, seninle yüzleşerek de seni seveceğimizden hiç şüphem yok. Hoş geliyorsun kızım! Baban seni burada kollarını açmış bekliyor!

Koku

Bazı kokular geçmişten gelir demiştin. Çocukluğumuzun esintilerini dolaştırırlar yüzümüzde. Açık kalmış bir çeşmenin etrafında- yeşermiş yosun kokuları, toprak kokuları dolaşır- ince su arkları üzerinde kurduğumuz kırılgan köprülerin. Sevmelerin çabucak alevlenen ve sönen ısısı vurur yüzümüze. Suçüstü yakalanmaların ürpertisiyle kasılır kalırız. Şefkatli okşayışlara uzattığımız çocuk başımızda- şimdi tek tel saç kalmamış olan-artık terk ediş ve edilişlerin karamsar resimleri dolaşmaktadır. En küçük hüzünlerin üstünde geçmişin hüzün yağmurları dolaşır. Hepsinin gerisinde annemizin sırma saçları, bakımsız ama şefkatli elleri ve iki çeşme misali durmadan yaşlı gözleri gizlidir. Geçmiş omzumuzda taşıdığımız bir azık çuvalı gibi büker belimizi çoğu zaman. Bazen neden çabucak ağladığını düşünürüm. Göz yaşlarını kirpiklerinin ucuna yerleştiren tanrı, gözlerindeki kuyuyu sırf bunun için mi korunaksız ve dört iklim yarattı, bilinmez. Ama bütün derinliklerin gerisinde, yüzeyde kaybettikleri yatar. Her şey değerini zamanın aşındırdıklarından kazanır biraz da... senin değerindeki esas öğe, zamandan aldıklarında yatıyor sanırım. Bir hüzünlü sevmenin kırılmış kanatlarını çarpa çarpa, göğsünde oluşan nakış, senin en ayırt edici özelliğini oluşturuyor. Zamana ve insanlara rağmen, bir dağ çiçeği gibi başını önüne alışın ve direnişin, öfkeyi toprağına değil de renklerine vermiş olman, belki de güzelliğinin başlıca sebebi. Seni bir kaya gölgesi serinliğinde sevmek gerekir bu yüzden. Toza toprağa, yele ve güne karşı. Kendi ateşli arzularıma karşı. Gözlerindeki yağmurun ipince ahenginde kendi kirlerimden arınmak için. Senin kokunda geçmişten neler bulduğumu da sorarım bazen. Çok çocuklu ailelerin şen seslerini ve geçerken uğramış ellerin, fazlasını veremeyen sevgisini bulurum çoğu zaman. Bazen sevgilisine söyleyemediklerini nakış nakış gergefine işleyen kız kardeşlerimin, kardeş sevgisiyle dolu gözlerinin, yanık kokusu gelir burnuma. Genzim alev alır. Karnındaki kasılmalarda, yitirilmiş kardeşlerimin ardından ağlayan annemin hüznü, kıvranır durur. Gülüşünde, yeni alınmış hediyelerin bayram sevinci vardır. Bir günlük gidişlerinde, er mektuplarında görülmüş, kavuşma temennileri yer alır. Senin kokunda, yeni doğmuş çocuğun süt dişleri vardır. Bazı kokular da geçmişten gelmezler. Onlara şeklini veren, bu günün yaşanan gerçekliğinde yeşeren, zaman dışı duygulardır. Senin neşe dolu, aşkım, diye başlayan tümcelerin karşısında duyulan heyecanlar gibi. Bir park gezisinde ağaçların ağaç, kuşların kuş, çiçeklerin çiçek olduğunun farkında olmadan, her şeyin üstünden geçme isteği gibi. Şehirlerde de bu koku aynen gelir. Semt semt, mahalle mahalle apayrı kokular verir şehirler. Bazıları kurtuluşun derin ve acılı izlerini taşırlar. Bazıları ise sevgi şerbetine batırılmış coşkulu yürekler gibi tıkış tıkış, gürül gürül akarlar. Asırlardır aşıkların buluşma yeri olmuşlardır. Ucu işlemeli mendiller sarkar tarihin açık kalmış penceresinden. Aşk pınarlarından göz yaşları damlar kavuşma faslını kaybetmiş sevgililerin. Şehirler kapalı zarf usulü taşırlar geçmişin izlerini. Bazı kokular geçmişten gelir. Sabahın serin vakti ekmek, peynir ve zeytin kokuları gibi. Baba sesi, anne sesi, koyun- kuzu sesleri gibi. Yitirilmiş mutluluklarımızda gezinen tanıdık kırgınlıklar gibi. Sevmenin ilk heyecanlarında görülen derin ürperişler gibi. Ağrılı yerlerimize şefkatli dokunuşlar gibi. Bazı kokular geçmişten gelir, bazı sevgilerde olduğu gibi.

Merak

Güzel bir dünyanın olmayacağına inanırsak, okumanın, resim yapmanın, güzelliğin bir anlamı kalır mı? Yaşamanın anlamı nasıl olabilir?

Bir evin bodrum katında yaşıyorum. Tuvaletim burası, yemek salonum, yatak odam, banyom burası. Kırk santime elli santim bir pencerem var dışarıyı görebildiğim. Bu yüzden sabah erken kalkıp dışarıyı seyrediyorum dünyanın var olduğunu anlamak için. Kuşlar ve ağaçlar bunun kanıtı oluyor bana.
Hayat nedir diyorum bazen. Soluk alıp vermek, düşünmek, çabalamak, emek vermek, üremek nedir? Neden bunca çaba? İstesek de durduramadığımız bencilce bir duygu bu: Yaşamak. Sonradan zengin anlamlar kazanmış boş bir söz. Canlı olmaktır aslı. Ağaç gibi, böcek gibi. Oysa biz ona özel anlamlar da yüklemişiz. Yiyip içmek, eğlenmek, sevişmek, renklerle başka kombinasyonlar yaratmak, olmayanı hayal etmek ve üzerine koymak gibi. Yayladaysan yanına bir de deniz hayali iliştirip güzelliği katmerleştirmek. Denizdeysen yanına yemyeşil bir doğa, soğuk içecekler, tatlılar, dondurmalar vb. oysa ben büyükçe bir mezarın içindeyim şimdi. Her gün yerimden kalkabiliyorum. Dolaşabiliyorum odamda. Bir şeyler yiyebiliyor, çişimi yapabiliyorum. Beni burada yaşatan şeyi de biliyorum. Bir gün dışarı çıkma hayali. Ama bu umut yok onu da biliyorum. Eğer bu umudun olmadığına inanırsam ne olur peki?
Bu sabah erkenden uyandım. Aslında sabah veya akşam olduğunun pek önemi yok. Sabah dediğimde gün ışığı oluyor dışarıda, akşam olunca gün ışıksızlığı. Işığa göre hareketlerimizin şekillenmesi de ilginç değil mi? Işıklar görününce haydi sabah oldu kalk diyoruz kendimize. Oysa gece görüşümüz olsaydı bunun bir önemi kalır mıydı? Demek ki gündüz gözlerimizin kapasitesiyle ilgili olarak önem kazanıyor. Oysa aslında bir önemi yok. Belki karanlıkta da görebilseydik, yepyeni renkler belirleyecektik. Zifiri kara, gri kara, açık kara, karanlık, sarı kara, ay ışığı karası vb. karanlığın elli tonu o zaman anlam kazanacaktı. Karanlık tabiri insan için nasıl şimdi olumsuz bir çağrışım yapıyorsa, o zaman da aydınlık kadar güzel bir anlamı olabilirdi. Sabahın hayrından akşamın şerri iyi diye bir atasözü bile olurdu belki. Hep sabahın olmasını bekleyen çalışmak zorunda olan insanoğlu, o zaman yirmi dört saat özgür olabilirdi. Uyumak ve uyanmak tabirleri de anlam kaybına uğrayabilirdi. Cep telefonlarındaki rahatsız etme modu da gereksiz olurdu.
Gece eğlencenin ve seksin çağrışımından kurtulup, spermsiz bir steril anlam kazanabilirdi. Çocuklar gündüz de yapılır, sabah akşam seks yapılır, kadınlar kendilerini gizlemek için karanlığa sığınamazlardı.
İnsanların büyüklük özlemleri ve büyüme tatminsizlikleri bu küçücük dar odada o kadar anlamsız görünüyor ki.
Karanlık insanın içinde olursa peki? Kara delik diye ifade edilen ışığın üzerindeki bir koyuluk mu? Yoksa ışığın ortasından geçen bir karanlık mı? Yoksa kütlesi de olan bir varlığın ışıksız hali mi? Işığın bile kendi karanlığı var içinde o halde insanın neden olmasın. İnsana kendi karanlığının gölgesi düştü mü iflah olmasına imkan yok.

Benim hikayem sadece merakla ilgili…

Olan-Biten

Olan bitenlerle ilgili biraz kafamı yormak istiyorum bugün. Olan ne? Biten ne? Olan: Sanırım ülkemizde olanlardan başlamalıyım. Ülkemizde olan müthiş bir keşmekeş. Alt üst oluş. Devrimci durum. Ama bunlar devrime sebep olmuyor. Daha çok biz kültürel alt yapımz gereği alt üst oluşu sevişme olarak algılıyoruz ve bundan devrim sonucu çıkarmıyoruz. Sevişmek için uygun zemin arayışı çıkarıyoruz. Sonuç olarak da "devrimci duruş" olarak kalıyor her şey. Hiç ilerlemiyor. Olan: Kişisel alanda bir kimlik bunalımı oluyor. Sağcı-solcu-dinci-kinci hepsi bunalım. İlerleme olmayınca bunalıyoruz. Sağcı kapitalist olmak istemiyor tam olarak. Çünkü sömürü kelimesinden hoşlanmıyor. Solcu sosyalist olmak istemiyor çünkü biraz kendini düşünmek de istiyor. Dinci tam teslim olmak istemiyor, çünkü biraz sağa sola takılmak istiyor. İçmek, sevişmek, türlü cevizler kırmak istiyor. Sonra tam teslim olmak istiyor. Kinci... ha o tam istediği gibi. Kin tutup duruyor. Çünkü hayat onun istemediği şekilde cereyan ediyor. Olan: Kimlik bunalımı. Önceden Sağcılık, sonra solculuk, daha sonra dincilik, sonra cumhuriyetçilik, sonra muhafazakarlık, laik cumhuriyetçilik, şimdi tekrar dincilik revaçta. Bu da bizim vatandaşımızı yanar döner yapıyor. Seviyor sevmiyor falı bu yüzden tutuyor bu ülkede. Olan: Kendini ifade etme sorunu. İfade özgürlüğü olmadığı için sorun olmaya devam ediyor kendini ifade etmek. Olmadık yerde ben Kürdüm biliyor musun veya ben eşcinselim biliyor musun? sorusuyla karşılaşabilirsin. Kıllı değilsin ama... Hemen bıyık bırakırım. Kıro değilsin ama... He wallah. O zaman ananı s.... hewal oldu mu he? Eşcinsel de değil gibisin... Kırıtıyorum ya. Yok yani kalın bıyıkların var. Kestim. Şimdi nasıl? Kıçına benzemiş mi ağız bölgem? Sonuç: Obsesif-kompülsif bozukluk. Sınırda kişilik bozgunları. vb.vb.Olan: Dindarlık paye görünce kafasına bez geçiren dindar oluverdi. Ama moda ve sermaye bu kadar basit olmadığını hatırlatınca işin, "ipekçiler" girdi piyasaya. Görünmez olması için çabalanan vücutların üzerinde uçuşan ipeksi dokunuşlar hayal dünyamızı inanılmaz zenginleştirdi. Gür saçların gizlenemez topzulu yükselişi, göğüslerin en narin ipekler altından gelgel edişi, estetik burunlardan gelen sıcak ve seksi nefesler eşliğinde, türban penceresinden bize mükemmel bir put gibi bakan muhteşem kadınlara dönüştüler. Artık sürmeli gözleri türban değil, sigaranın kıvrım kıvrım yükselen dumanları gizliyor.

Sen Benim Güneşimsin

Sen benim güneşimsin diyen dilinin nasıl bu kadar kolayca dönüverdiğini anlamağa çalışıyorum şimdi. Aylarca konuşacak mı diye yüreğim ağzımda bekledikten sonra şimdi söylediklerin, yüreğimi ağzımın kıyısına getirip duruyor. O önemli sözleri hiç umurunda olmadan söyleyiverişindeki inanılmaz gerçeklik algılarımı karıncalandırıyor. Yüreğim bir ilkbahar güneşi aydınlığına kavuşuyor. Bütün dallarım yeşile, altın sarısına dönüveriyor. Küçücük ellerini avucumun içine usulca yerleştirişin, ayaklarımı yerden kesiyor. Dünya kederliymiş, hayat pahalıymış, savaş ve terör toplumsal hayatı felç ediyormuş umurumda olmuyor bir an. Sanki dünyada bir sen, bir de ben. Gerisi yalan… Nelerle mutlu olduğumu şimdi sana anlatsam hiç anlam veremeyeceksin biliyorum. Bir insan “kapıyı kapatır mısın canım” cümlesiyle nasıl kendisini dünyanın en bahtiyar adamı hisseder? “Seni çok seviyorum” cümlesinin bir ömre bedel tınısını bana tattırdığın için, tanrıya her gün nasıl içten gelen bir minnet duyduğumu anlatamam. Daha önce de çok sevilmiştim kuşkusuz; ama seninki bambaşka. Senin sensizliğin dayanamayacağım tek sensizlik bunu şimdi anlıyorum. Başındaki külahın, boynundaki atkın ve yeşil eldivenlerin ruhumu bütün kederlerden arındırıyor aşkım. Neden deyişindeki meraksızlık bile güzel. Elinin kalem tutuşunda ben varım bunu bilmek güzel. Bazen kaleminin ucundayım yanlış çiziktirilmiş de olsam. Ama en güzel resmimi sen çiziyorsun bunu bilmelisin. Ben senin en güzel ve en korktuğun düşlerinin bekçisiyim. Adımı söylediğinde kanatlanıp uçasım geliyor nerede olsam. Bana ihtiyaç duyman ömrüme anlam katıyor. Daha önce hiç olmadığı kadar. Şimdi seni kreşe bırakırken annenle, arabamızın koltukları arasından bana öpücük vermek için sokuluşunu düşünüyorum da, belki de ben hiçbir şeyi elde etmek için bu kadar mücadele etmedim diyorum kendi kendime. Zorlanarak dudaklarını uzatışın ve öpücüğü aldıktan sonraki sevinişin hayatımın en güzel bayramı. Bunu her gün yaşattığın için sana ve tanrıya her gün teşekkür ediyorum bir tanem. Canım kızım. Annenin ve senin gözlerinizdeki sevgidir benim her gün koştuğum yolum. Ben de bu yolun çocuğuyum. Düşe kalka yürümeyi öğreneceğim bir gün. Ama içim hep umut dolu…seni çok seviyorum, sen benim güneşimsin…

Seni Düşündüm

Dün seni düşündüm. Sonbahar yaprakları gibi rengarenk saçın gözlerimin önünde uçuşup durdu. Özlemin koyu bir kahve aroması gibi burnumun direğini sızlatıp geçiverdi. İçimde kırılan cam parçaları soğuğunu kalbime bıçak gibi saplarken, usul usul kanadım kendimden geçene dek. Seni özlemenin buruk tadını aklımın her köşesine işledim gün boyu. Karlı bir Ankara akşamında senin karabasanların doluştu akşamıma. Dün seni düşünürken gece boyunca. Dün seni düşündüm. Sevmenin karanlık ucundaydın. İhanetin ve kabusun pususunda sevdikçe ortak olduğum bir yalandın. Her fırsatta yatağına sokulduğum çekici bir yalandın. Biz aldatmanın sıcak yorganına sarılarak sabahlara dek seviştik. Kendimizi kanatırcasına seviştik. Yaşamanın ve ölmenin kıyısında gidip geldikçe, uçurumlar kapandı, yollar kısaldı gece sabaha döndü. Sen ayıplarını örtündün...Ben çırılçıplaktım günahlarımla...Kar soğuğunu içime bırakıp...çekip gitti. Güneş resim defterlerindeki bir figürdü sadece… sıcağını kaybetmişti çoktan. Mevsim kıştı. Kıyamet henüz kopmamıştı. Herkes kendi kıyametini taşır dedim içimden. Kendi işlediğim günahların kefaretini öder gibi... Herkes kendi cehenneminde yaşar eğer cennet çıkmamışsa yoluna...Dün seni düşündüm. Düşünmek ihanete davet değil midir dedi arkadaşım. Düşünmek ihanet değildir dedim cevaben. Eğer düşünmeye yasak koyarsan ihanet edersin dedim doğruya. Çünkü insan düşünmenin ürünüdür bir yerde. Eğer özgür bırakmazsan düşünü, tercihlerinde doğruyu nasıl bulacaksın. Yanlışa meyletmeden nasıl vazgeçersin dedim yanlıştan. Sustuk...Dün seni düşündüm. Bir salkım üzüm gibi çekti canım seni. Bir yudum şarap gibi... Kendimden korktum. Seni sevmenin ve özlemenin korkutucu olabileceğini hiç düşünmemiştim oysa. İnsan yüksekten, alçaktan, karanlıktan korkar da sevmekten korkar mı? Korktum. Hem de içim titreyerek. Yalnızlığın gayya kuyusunda yolumu kaybetmek üzere kapattım kapıları. Yitik sevda mezarlığında gezinirken, adını okudum mezar taşında. Dün bu yüzden seni çok düşündüm.

Şans

Bugün şans diye bir konuyu ele almak istiyorum. Şans: fukaranın gelecekteki zenginlik dünyası. Bütün sıkıntıların son bulup, mutlu ve müreffeh bir hayatın başladığı o büyülü dünya... bütün zarların düşeş geldiği yenilgisiz başarılar dünyası. Güç, iktidar, yaratıcılık, zeka gibi insanı insanla karşılaştıran ve bir irtifa tartışması yaratan olguların üstünde ve uzağında yaşamanın erişilmez hülyası. Şans: umudun hayata dönüştüğü beklentisizlik dünyası. Ona bir dünya denemez; o bir cennet diyarı. Şans bu yüzden her kapıyı çalmıyor sanırım. Çünkü cennet herkese vaat edilmemiştir. Benim şanslı olduğum doğru değildir. Şimdi bazı arkadaşlarım benim şanslı olduğuma inanıyor. Bunlar şans ve emeğin ayrımını yapmadan elde edilen her şeye şans gözüyle bakanlardır. Oysa şans mısırda hiç tanımadığınız bir zengin akrabanızın olduğunu yüzyıl sonra öğrendiğinizde elinize milyarlarca liralık mirasın kalmasıdır. Yazdığınız altı sayıya milyarlarca lira verilmesidir. Şans hesap ettiklerinizin üstüne rüzgarla gelen artı değerlerdir. Bu bağlamda şanslı olmaktan bahsediyorum ben. Denize açılanın bir rotası mutlaka olur. Şans rüzgarın sizi hesap edemeyeceğiniz bir mutluluğa taşımasıdır. Benim şansım beni hep limana döndürmüştür bu güne kadar. İşlerin yolunda gitmesi için aylarca plan yaptım. Stratejiler uyguladım. Jeopolitika bile düşündüm. Ama bütün bunlar yoldan yüzünü mağazaya çevirmeyen müşteri için hiçbir şey ifade etmiyor. İşte şans bütün bu kötü koşullarda birden, hiç hesaplanamayan bir nedenle müşterinin patlamasıdır. Sebep mağazamın yeni boyadığım rengi olabilir. Gerisini hesaplıyorum zaten. Kendini şanslı saymak şanslı olmak anlamına gelmez. Elindekilere şükür etmektir bu. Yani iyi ki ekmeğim var ekmeği olmayanlara göre ben yine de şanslıyım demektir. Ama insan doğası kendini en kötüyle kıyaslamaz. Bunu, onu yaratan da bilir. İnsan en iyi olmayı ister. En iyi müslüman, en iyi denizci, en iyi aşık, en çapkın sevgili, en zengin insan, en yakışıklı erkek, en güzel kadın gibi. Kimse eh gözüm kör değil, elim tutuyor diye kına yakmaz. Çünkü işin doğası böyle kurulmuş. Diğeri arızadır. Arızalı olan örnek alınmaz ki. Şanslı olmak kimsede olmayana sahip olmaktır. Herkesin arzu ettiğine sahip olmanın ayrıcalığıdır. Şansla umudu yan yana koymak gerek. Bunlar birbirinin kardeşidir. Ben diğerinin samimi arkadaşıyım. Belki o sayede diğeriyle de tanışırım diye bekliyorum. Sizlere de bol şans diliyorum!

Tecavüz Nedir?

Tecavüz: sınırı aşma; namusuna saldırma, sarkıntılık; aşma, öteye geçme olarak tanımlı TDK sözlükte. Özgecan Aslan cinayeti bunları tartışma şansı verdi bize. Bir başkasının vücut ve kişilik bütünlüğüne yönelmiş şiddet ve hak ihlali olan tecavüz, mütecavizin eylemini sorgulama hakkını veriyor bize. Tecavüze yönelik her türlü eylem içkin olarak hedefindeki şahsı sıfır düzeyine indirgemiş olmayı, onu nesneleştirmeyi, eşyalaşmış bireyi isteği dışında kullanmayı ve iradesini hiçe sayarak aşağılamayı varsayar. Bu eylemi şu veya bu şekilde açıklamaya çalışmak ve ona haklılık payı verme çabası suça ortak olmayı da göze almak demektir. Çünkü seçme hakkı olan her insan suçu seçmekle cezayı da kabul etmiş olacaktır. Bilimsel incelemeleri bunun dışında tutmak gerekir. Siyasal hayatımız toplumsal özürlerimize kılıf hazırlama çabalarına bir son verip, kusurlarımızı net olarak tarif ederek bunlara bir cezai yaptırım uygulamayı akıl etmelidir. Çünkü sınırları belirlenmeyen toplumsal ahlak kaotik ve vahşi bir hal almaya doğru çok hızlı evrilir. Bunun en yakın örneği IŞİD ve benzeri islami kökenli yapılardır. Orada gördüğümüz dejenerasyonun hızı ve sınırları konusunda her gün şok olmaktayız. Kadınlara yönelik yepyeni uygulamalarıyla dimağımızı kurutmaktadırlar. Ama 21. Yüzyılda hızla bozulan şey sadece burası değildir. Duygusuz cinayetler hem gelişmiş batının hem de geri kalmış doğunun temel sorunudur. Kadın burada her zaman yok hükmündedir. İnsanlığın gelmiş olduğu kültürel evre hala kadına uygun bir yer bulamamışlıktır. Bütün gelişmişlik fiziki güçlülüğün dengesini kuramamıştır. Sonuç olarak kadına ve diğer cinslere tecavüz edenler bunun bir insanlık suçu olduğunu bilmedikleri ve kabul etmedikleri sürece bu suçu işlemeye devam edeceklerdir. Taa ki devletler nezdinde bunun gerçek bir insanlık suçu olduğu ve samimiyetle cezalandırılması ve toplumsal-kültürel eğitiminin tamamlanmasına kadar.

Ülke Sevgisi

Kızım bugün ülke sevgisini anlatacağım sana. Üzerinde doğduğun ülkeyi neden ve nasıl seveceğini anlatacağım. Dağları, denizleri, ovaları, bağları, bahçeleri ve köyleri ve köylüleriyle ülkemizi neden sevmeliyiz? İşte bunu anlayacağız seninle kızım. Bu ülke birilerinin dediği gibi ise 1071 yılında bizim atalarımızın oturumuna açıldı kızım. Ondan önce bizimkiler konar göçer bir toplulukmuş. Bu yüzden hiçbir kültürel mirasları kalmamış- Demek ki bir yerde kalıcı olacaksın ki tarihin ve kültürün olsun- . Biz konumuza dönelim. Dedelerimiz yer ararken bu toprakları hayvanları için verimli bir arazi olarak görmüş ve yerleşmişler. Ama bunun için savaşmak zorunda kalmışlar. Ve bu toprakları istila yoluyla elde etmişler. Yerleşmiş ve sevmişler buraları. Kalıcı olmak ve artık tarım ve hayvancılığa dayalı bir kültüre yönelmişler. Ama bunun için çok ve kanlı savaşlara girmişler kızım. Bazen kendilerini korumak, bazen düşmanı uzak tutmak için ileri geri savaşlar vermişler. Avrupa’nın içlerine kadar gitmişler bir ara. Şimdi Avrupa’nın öcünü almak istediği de bu. Güçlü bir ülke güçsüz olunca bütün düşmanları onu parçalamak ister kızım. Türkiye Cumhuriyeti toprak olarak küçülünce güçsüz olduğu da sanılmağa başlandı. Bütün uygunsuz talepler bu yüzden. Bazen birkaç tuğladan ya da kerpiçten bir ev yaparız. Aslında estetik açıdan bir şeye benzemez. Ama biz orada birkaç yıl yaşayınca ev kerpiç ve tuğla olma özelliğini kaybeder bir mabede döner. Orada artık bizim geçmişimiz, anılarımız, tarihimiz yaşamağa başlar. Bu yüzden bırakıp gidemeyiz. Ağladığımız, güldüğümüz günlerin anıları gelip önümüzde dururlar. Orası kerpiç ya da tuğla yığıntısı değil ömrümüzün üç-beş yılıdır. Silinmez bir kesit olmuştur. Yaşadıkça hayatımızı anlamlandıracak önemli bir parçadır. Değeri maddi ederini aşmıştır. Ülkemiz de böyledir. Bazen bırakıp gitmek isteriz öfkeyle. İnsanlarına tahammül edemeyiz. Ama sonra öfkemiz diner, her şey normale dönünce yolları, dağları, hayvanları , insanlarıyla bizim kişiliğimizin bir parçası olduklarını duyumsarız. Nasıl vücudumuz kendi ellerimizle rahat hareket eder, kendi gözlerimizle güzel görürse ve başka bir göze, ya da ele ihtiyaç göstermezse biz de ülkemizi bu unsurlarından arındırarak sevemeyeceğimizi anlarız. Bunlar ülke dediğimiz toprağın doğal kokusu, dokusudurlar. Hepsi de bizdendir. Bir Türk magandası yerine İtalyan, bir Kürt kırosu yerine İspanyol  düşünemeyiz. Düşünsek bile aynısı olmaz, güzel olmaz. Bu toprak Türksüz, Kürtsüz, Lazsız, Çerkezsiz olmaz. Güzel olmaz. Anneni anneannen olmadan düşünmek imkansızdır kızım. Bazı büyük adamlar(onlar da büyük değildirler aslında, makamları yüksektir ) ülkeyi hor kullanırlar bazen. Ama onlar ülkenin sahibi değildirler kızım. Biz onlara bakarak ülkemizden soğumayız. Yani babalar annelere kötü muamele edince anneler çocukların annesi olmaktan çıkmazlar. Hatta çocuklar annelerine daha çok sahip çıkmalıdırlar. Çünkü mazluma arka çıkmak insanlık görevidir. Ülkemiz bizim anamızdır. Anavatanımızdır. Onu birileri hor kullanıyor diye, birileri daha fazla sahipleniyor diye bırakıp gidemeyiz, sevmekten vazgeçemeyiz. Kendimizden vazgeçmekle aynı şey olur bu. Çünkü biz dediğimiz şey, kişisel bir tarihten başka bir şey değildir kızım. O da nerede yaşandığından bağımsız düşünülemez. Sevmeyi bilmeyen bazı insanlar sevdiklerini ya benimsin ya toprağın diye severler kızım. Ama bu sevme biçimi karşıdakini bütün özellikleriyle tanıma ve sevmeye dayalı bir duygu ya da düşünce değildir. Sevmek karşıdakini tanımak ve onu belli özellikleriyle sevmektir. Yani yüceltmeden insan olarak. Seni sevmeme ihtimalini de düşünerek. Bu hakkı olduğunu bilerek. Onu yok sayarak değil kızım. Ülkemiz için de öyle bir sevgi vardır kızım. Bazı sevmeyi bilmezler onu özelliklerinden soyarak severler. Tek renk, tek biçim. Oysa ülkemiz rengarenk ve çok biçimli sevmeyi hak ediyor kızım. Bütün üstünde yaşayanlara göre sevmeliyiz onu. Kimseyi ayrı tutmadan. Ülkemiz en çok onu sevdiğini söyleyenler tarafından horlandı kızım. Onu yıkanlar, yakanlar, soyanlar, bölenler, çalanlar, çırpanlar hep bu insanlar oldular. Soydukça sevdiklerini söylediler, çaldıkça böldüler. Oysa muhabbet tellallığının bundan bir farkı yoktur. Onlar da ağlarına düşürdükleri kızları önce sevdiklerine inandırıyor, sonra hayal kırıklığına uğratarak satıyorlar. Geride yıkılmış bir gövde bırakarak. Biz ülkemizi böyle sevmeyeceğiz kızım. Kendimizi sevdiğimiz gibi seveceğiz. Annemizi sevdiğimiz gibi seveceğiz. Sattığımız gün en büyük aldanışları yaşadığımız gündür kızım unutma. Çünkü sevgi en çok onu hor görenleri vurur. Yıkıntının altında aslında alçaklar yatar. Ülkemizde her güzel şey yaşayabilir kızım. Eğer biz onu yaşatmanın koşullarını oluşturabilirsek. Bu ülke senin gibi güzel insanların yurdu oldukça orada yetişmeyecek güzellik olmayacak. Buna adım gibi, adın gibi eminim.

Ülkemiz İçin ya da Ülkemize Ne Yapıyoruz?

Toplumsal akıl sağlığının koşulları nelerdir? Bizler akıllı insanlar olarak değerlendirme gücümüzü mü kaybediyoruz? Yaşanılanlar hoşumuza gitmeyince düşünce üretmekten vazgeçip dolmuşlara binmeye mi başlıyoruz? Yaşama dair tutum ve davranışlarımız hızla değer yitiriyor ve biz güneş altında kalmış kar yığınlarına mı dönüyoruz? Aklı selim nereye gidiyor? Ben bu filmi daha önce de görmüştüm diyen yok mu? Hadi toplumsal hafıza yitimi hızla büyüyor da, bir akıl sağlığını koruyan birey yok mu? Yoksa onlar da çoktan bu infiale katıldılar da haberimiz mi yok? 1993 yılında Refah Partisi belediyelerle başlayan yükselmesini iktidarla taçlandırınca bu hayal kırıklığını yaşamıştı toplumumuzun bir kısmı? Ben o yıllarda radyoculuk yapıyordum. Ne yapacağız yollu, ağıtlı şikayet telefonları alıyordum. Söylediğim şuydu: eğer demokrasiye inanıyorsanız kimin geldiğine hayıflanmayacaksınız. Kim toplumu daha iyi gerekçelerle ikna etmiş ise o geliyor. Demek ki kaybedenlerin ya çalışmaları, ya inandırıcılıkları eksik. Ya da projeleri yok. Şimdi de onu diyorum. AKP iktidarı geldiği günden beri laik kesimden yoğun bir itiraz geliyor. Sanki AKP’yi askeri darbe iktidara getirdi(!). Tamamen demokrasinin araçlarıyla geldiler. Yıllardır askeri zor dönemlerinde demokrasi diye bağıranlar, şimdi demokrasinin onlara getirdiklerini neden kabullenmiyorlar. Kendini bir şeyin üzerinde görmekten vazgeçmeyenlerin daha yaşayacakları çok hayal kırıklıkları olacak. Burada bir şeyden kastım: bilimsel düşünce, demokrasi, insan hakları, toplumsal barış… bunları sadece kendisi iktidardayken isteyenlerin de en az şimdikiler kadar takiyyeci olduklarını söyleyebiliriz. Korkuyla halkı kışkırtmak aklı devre dışı bırakmaya çalışmaktan başka bir şey değildir. Sanırım bilimsel düşünce, Atatürkçülük gibi saygın kurumları da kullanarak iktidar olmayı hedefleyenlerin bu gelişmişlik düzeyinde toplum için üretecek çok fazla projeleri olmalı. Yaşam bunu zaten önümüze koyuyor. Ama onlar proje üretme zahmetine katlanmadan, demokrasiyi kendi içlerinde işletmeden, yeni bir sözü olanı linç etmeye çalışarak iktidar olmayı seçiyorlar ve yanlarına da halkı almağa çalışıyorlar. Bunun tutması mümkün görünmüyor. Çünkü AKP çalışıyor(!). Peki bizlere düşen bir görev var mı? Evet. Halk olarak AKP ve diğer zevat arasında, hepsine de hayır diyeceğimiz bir ortam var. Bu temcit pilavını her gün yemek zorunda değiliz. O halde kendi liderimizi çıkarmak için buluşmalar , tartışmalar yapmanın zamanı belki de çoktan geldi de geçiyor. Bizlerin layık olduğu yönetimler kişisel çıkarlarını gerek müstevlilerin siyasi emelleriyle birleştirenler, veya ulusal değerlerimizi şahsi çıkarlarının bir argümanı olarak kullanan basiretsizlerin başında bulunduğu, kısır tartışmaların olduğu yönetimler değildir. Bizler hangi kökene sahip olursak olalım Türkiye’nin gerçek sahipleri olarak, aramızda yaratılmak istenen türk-kürt, alevi-sünni gibi kesinlikle bizlerin çıkarlarına ve esenliğine olmayan yapay çatışmaların içinde yer almayarak, ayağa kalmalı ve kendi kaderimize sahip çıkmalıyız. Ülkemizin üzerinde oynanan bütün oyunları siyasi ayrım yapmaksızın boşa çıkaracak bir birlik hareketini başlatmalıyız. Bunun için aklımızı dinç ve diri tutmalıyız. Bir partinin peşinden değil kendi varlık değerlerimizin peşinden gitmek için bugünden yola çıkmalıyız. Klasik sloganlar değil, yaşamak istediğimiz hayalin sloganlarını da üreterek kendi kaderimizi elimize almalıyız. Buna kimler güç verirse bu ülkenin onlara ihtiyacı var! Bir evin içinde yaşayan aile fertlerinde değişik siyasi partilere oy veren bireyler vardır. Ama aile bozulmaz. Birbirlerine sevgileri azalmaz. TÜRKİYE BİZİM EVİMİZ, HALKIMIZ AİLEMİZ. Bunu her ortamda savunmalıyız. Kışkırtmalara sadece bu slogan bile karşı koymak için yeter. AKLIMIZI KORUYALIM. ÜLKEMİZE SAHİP ÇIKALIM. AİLE(HALKIMIZA) BİREYLERİNE ZARAR VERMEYELİM, VERENLERİ DE UYARALIM(!). Bu maili mümkün olduğunca tanıdıklarımıza yollayalım. Halkımızı uyaralım.

Veda

Anne beni dünyaya getireli kırk dört, bırakıp gideli beş yıl oldu. Sen yaşarken ben hiçbir şey üretemedim. Oysa bütün amacım, senin bende görmek istediklerini sana vermekti. Şimdi de veremediğimi söylemeliyim. Ama senin hiç önemsemediğin bir konuda uğraştığımı söylemek istiyorum sana. Okuduğumu gördükçe, dişlerini sıkıp âlim mi olacaksın derdin kızgınlıkla. Âlim de olamadım anne. Olduğum şey okumayı söktükten sonra, şimdi yazmayı da söktüğümü göstermek sana. Senin kızgınlıklarının temelinde, okumama kızmak yoktu, biliyorum. Sen tarlada ekinler, ahırda koyunlar kuruyup kaldı diye kızıyordun. Benim okumamın, evdeki düzeni bozduğunu fark edip, biraz da köy işleriyle uğraşmamı istiyordun. Olmadı anneciğim. Ben köy işlerini sevemedim. Köyü sevdiğim kadar, işlerini sevemedim. Şimdi her yazdığım şeyin altından oraya ait bir imge çıkıyor. Her benzetmem, her metaforum oraya ait. Onlarla şimdi kitap yazıyorum anne. Belki bir yerlerden duyarsın diye. Oğulların hiç büyümediğini anladım anne. Kırk dört yıl sonra anladığım şey bu. Hala sen mutfakta yemek yaparken genzimi yakan biber kokusu, aynı netlikle genzimi yakmaya devam ediyor. Hayatımda o kadar şeyi unuttum ama seninle ilgili şeylerin bu kadar açık bir şekilde zihnimde tazeliğini korumasına şaşıyorum. Eşimin yemek yaparken kaşığı senin gibi tuttuğu, yemeği senin gibi karıştırdığı anlar, onu en yakın bulduğum anlar hala. Seni bedenimde bir muska gibi taşıyorum hala. Ve her korktuğum anda sana sığınıyorum. Benim, senin rızan için yapmadığım hiçbir şey yok bilesin. Büyümemi istemediğini biliyorum anne. Sen, beni büyüsün diye doğurmadın biliyorum. Hep küçük oğlun olarak yanında olayım istedin. Ölünceye dek. Ve ben, senden hep uzaktaki küçük oğlun oldum. Büyüdüğümü ispat etmek için hep kaçtım. Şimdi sana dönmek için yazıyorum anneciğim. Senin çatlamış ellerinin yüzümü çizerek okşayışını arıyorum nedense. Anıların bir kıymık batıyor içime. Seni özlüyorum. Şimdi ikinci torununun babası olmaya hazırlanırken yaşıyorum bunları. Ben nasıl büyüyeceğim anne söyler misin?\r\nSana veda etmedim bu güne kadar. Babamla vedalaşalı beş yıl oluyor. Ama seninle vedalaşmamıştım. Bekli de büyümediğimdendir. Belki de beni olmadık zamanda bırakıp gidişine kızgınlığımdandır. Şimdi zamanı geldi. Seni en sevgili insanları koyduğum yere koyup, uğurluyorum, sevgilim; bütün sevgililerimdeki küçük kadın. Seni anlayamadığım için kızma bana. Birkaç günlük bir sevgiliden ayrılırken çıkardığımız çıngar yeri göğü inletirken, kırk yıllık hayat arkadaşını sessiz sedasız uğurlayıp, hiç birimize de babanızı çok özlüyorum çocuklar, acım büyük beni mazur görün diyemedin. Yalnız kaldığın yatağında belki her gece sessizce ağladın ama biz duymayalım diye belli etmedin. Kırk yıllık bir dosttan sessiz sedasız ayrılanamayacağını şimdi anlıyorum. Ama benim hikâyem de, her şeyi geç anlamak, kusuruma bakma. Zaten biliyorsun. İşte anne, bokunda boncuk bulmuş gibi sevindiğim, şu beş yıllık gecikmeden sonra yazdığım kitabımda, bunu sana söyleme fırsatım oldu. Adını da bula bula mykitap koydum. Bundan sonra yazdıklarımı oku. Çünkü sen yaptın, ne yaptıysam.  Ellerinden öpüyorum anne. Hoşça kal.

Yalnızlık ve Yabancılaşma

İnsanoğlu sürekli bir yabancılaşma ve yalnızlaşma sürecini yaşar. Aslında bu iki süreç de tersine bir işleyiş olarak tezahür eder. Yabancılaşma bütünleşmenin , sürece dahil ve muktedir olmanın bir sonucu olarak ortaya çıkar. Bütün eylemlerimizde bir sürece, bir eyleme, bir guruba dahil olmak için uğraşırız. kendi gerçekliğimizin bir yerden özgün ve tanınabilir bir detay olarak görülmesini arzularız. Yattığımız yataktan, bindiğimiz otobüse, yediğimiz yemekten, öptüğümüz kadınlara kadar tüm süreçlerde biz kendimizi görmek ve göstermek için çabalar dururuz. Ama sonuç güçlü olanın kalıcı ve görünür olmasından başka bir şey değildir. Tarih bizim izimizi silmeye devam eder. Belki de aslında doğal olan budur. Yani bir şeyin zıddına dönüşmesi süreci… insan aklının ermediği şey, görünür olandan kaynaklanmaktadır. Görünür olan kısa vadeli olandır da çünkü. Önündeki doğru çizgiyi gören insan bunu nereye ulaştığını göremeyince varsayımlar üretir. Hepsi de gördüğü gibi bir uzunluk olacaktır. Ama yol geniş bir açıdan bakınca daireseldir. Gerisin geri döner gelir başladığı yere. Ve biz dairesel olanı düz gördüğümüz için düz tahminler yürütür, düz sonuçlar bekleriz. Hayat bize bunu vermez. Acımasız olur o zaman! Üçün beşten büyük olmadığını herkes bilir aslında. Ama üç elmanın beş elmadan az bir sayısal üstünlüğe tekabül ettiği, büyük olmakla karıştırılır. Ve üç beşten her zaman büyük olarak kabul görür. Bizler tarihimiz boyunca yalnız ve yabancıydık. Birlikte ve iç içeydik. Sadece suyu sidikten ayırmaya çalıştıkça yanıldık ve aldandık. Kendimizi temiz, doğayı pis gördükçe yanıldı ve aldandık. Biz kendi içimizdeki değişimin birebir farkına varmadığımız sürece hem kendimiziz, hem yabancı; hem güzeliz, hem çirkin; hem suçluyuz, hem masum; hem iyiyiz, hem kötü; hem aşığız hem aldatan…hem yalnızız hem yabancı.

Yazmak Kavgadır

Yazmayı bir kavga olarak da görmek gerek. Çünkü kavganın fiziksel araçlarına sahip olmayanlar için, kavga soyut bir anlam taşır. Edilgin, sessiz, kendi iç çığlığından başkasını önemsemeyen dünyalıların başkalarını anlama çabalarının imkansızlığının bir başka yüzüdür. Anlam arayışını kendi kelimeleriyle yapan, kendi sözlüğünde olmayanı yok ve mantıksız sayan anlayışın, anlayışlı olma çabasıdır. Kavga kendini üstün görenin, görüş açısından aşağılamasıdır karşısındakini. Kavganın fiziksel araçlarına sahip olanların kaba ve hoyrat çirkinliğinden daha az değildir sözcüklerin dünyasına hükmedenlerin kaba, hoyrat ve küçümseyici dünyalarındaki şiddet. Onların tahribatı daha uzun sürer. Bu yüzden bütün dünyanın fiziksel şiddetten arınmasını isterler. Çünkü sözcüklerin şiddetine hakim olduklarından, fiziksel şiddet olmayınca kendi hükümranlıklarını kuracaklarından emindirler. Entelektüellerin dünyası kenar mahallede son bulur. İktidarın çağdaş yüzü varoşun kahır dolu köhnemiş dünyasında yıkılır. Ve kaba şiddet entelektüel şiddeti bastırır. İnsanın doğası haykırır ruhuna vurulmak istenen zincire. Er ya da geç kabalaşır ve şiddeti fizikselleşir. Yazmak burada olguyu kabullenmenin ve içselleştirebilmenin bir aracı olur. Normalleştirme süreci, nedenselleştirme ve akla yatırma bu kavganın sonucu olarak ortaya çıkar. Bu anlamıyla yazmak kavgadır da diyebiliriz. İki yüzlü ve bencil bir kavgadır yazmak. Hastalıklı bir bünyenin doğayı kabullenme çabasıdır. İrini boşaltmaktır yaradan; ama yaradan iyileştirmezse irin sürekli dolmaya devam edecektir yaraya. Bu yüzden kavgayı bir yazma aracı olarak görmek de gerekir. Bunu anlamak için bir kaç desteğe ihtiyacımız olacak sanırım. Arabasıyla yolculuk eden nice korkak, yolda hanzoluk yapan, makas atan, tüküren, yola pislik atana, sinyal vermeyen, şeridi kapatan maganadalara aracının içinden küfürler ederken; öküz camı açıp “ne var birader, bir şey mi dedin” diye sorduğunda “yok, hayır bir şey demiyorum beyefendi, buyurun siz” diyerek yol vermekte ve ölümüne korkmaktadır. Bir daha da aracından el kol hareketi yapmamağa yemin etmektedir. Terör örgütü yol kesip, herkesi aracından indirdiğinde ve kendi propagandasını yaptığında; hiç bir milliyetçi, entelektüel, maganda, öküz, buzağı, domuz -aklınıza hangi hayvan benzetmesi gelirse gelsin- çıkıp delikanlılık yapmaz. Ölebileceğini bilmenin, silahın öldürücü gücünün ve teröristin bu gücü elinde tuttuğunun farkında olan herkes bunu sessizce kabullenir. O sırada herkes özgür olmayı istemektedir. Kurtulmak ve derin bir nefes almak en büyük ihtiyaçtır. Üstten atmalar, kuru sıkmalar sonra başlar. Normalleştirme süreci, haklılaşma çabaları, desteklenme ve sen en doğru olanı yapmışsın cümlesi arayışları yazmakla aynı görevi görür. Yazarak da bu sağalmayı yapabilirsiniz. Hatta teröristle dalga geçer, onun aklını tiye alır dünyaya rezil eder, üste bile çıkarsınız. Kaybettiğiniz bir kavgayı kazanmış bile hissedebilirsiniz. Ama kavgayı fiziksel güç kazanır, bunu herkes içten içe bilmenin ezikliğini yaşar. Sevgi de bu yönlü kullanılabilen bir entelektüel alandır. Fiziksel olarak yatıştırılabilen bir duyguyu sözcüklerle ancak geçici bir suskunluğa kavuşturabilirsiniz. İhtiyaç orada oldukça dokunmak, konuşmak, kavuşmak arzusu mutlaka galip çıkar. Bahaneler er ya da geç tuzla buz olur. Yandan konuşanlar kaybederler sonunda. Kazanan sevilen kişi olur sonunda. Kavuşmak mümkün olmasa da her durumda, kazanan bellidir. Söz uçar. Sevgi kalır. Sevgi de gücünü dokunmaktan ve okşanmaktan alır. Sevgiyle yazarak kavga edenlerin de acınası cümlelerindeki ağıt kulaklarımızı tırmalar.

Yazmak

Bir gün şiir geldi içimden. Öyle bir arzu ki anlatamam. Askerdeyim ve yazmak sakıncalı biraz da. Ama yazmalıyım. Yazdım ilk özenli şiirimi. Yıl 1999. /yalnız/ kuşlar/ titrer/ rüzgarda/ diye başlayan. Ama sonra gerisi sökün etti. Durup düşündüğümde, bir soluk aldığımda yıl 2004 olmuştu. Artık elimde yüzün üzerinde şiir olmuştu. Ama kime okutacaksın, kimin fikrini alacaksın? Çevremde hatırı sayılır bir şair yok. Meğer şairler de bir sülaledenmiş. Bir arada yaşar ve birlikte nefes alıp verirlermiş. Kendi yakınlarına önsözler yazar, kendi çevrelerine ön gözler olurlarmış. Onun için anne, baba, oğul, kız yazarlar; gazeteciler, müzisyenler ve tiyatrocular yetişiyormuş. Tamircinin çocuğu tamirci misali. Benim babam çiftçiydi ne yapalım! Ben şair olacaksam şair kızı ve oğullarından çok daha iyi bir şeyle gelmeliydim karşılarına. Daha çok kuş tutmalı, daha çok kuş uçurmalıydım. Öyle düşünüyordum. Hala da öyle düşünüyorum. Bir önsöz için kimin kapısını çalsam diye düşünürken. Şiir kapımdan yavaşça dışarı süzülürken. İnsan niçin yazar bunu herkes düşünmüştür kendince ve bir cevap vermiştir kendince. Benim yazmam bir ağacın yarasından süzülen bal gibi, sakız gibi. Yerseniz size, yemezseniz bana derman. Neden ille de şiir derseniz: bunun belli bir nedeni yok. Uzun yazamadığımdan biraz da. Ben kısa kelimelerle, öz konuşmalarla söylüyorum söyleyeceğimi belki de. Bu yüzden sert ve kırıcı oluyor söylediklerim sanırım. Herkes şiir yazar senin farkın ne diyebilirsiniz. Evet. Yazmalı da. Farkım söyleyişim olmalı. Yoksa yepyeni şeyler söylemek bana mı kaldı. Bunca ozan dururken. Şiir yazmanın ayrıcalıklı bir eylem olduğunu savunmuyorum katiyetle. Herkes kendi yoluna gider ve bir yolun diğerinden daha önemli olduğunu savunanlar ispatlamakla da mükelleftir. Ben her yolun kendince önemli olduğunu söylüyorum.  Daha önemlisi yok. Şiir de herhangi bir yol. O kadar. Ben bu yoldan gidiyorum.

iletişimde olalım

Yorumlarınızı paylaşın

bottom of page