Güzel bir dünyanın olmayacağına inanırsak, okumanın, resim yapmanın, güzelliğin bir anlamı kalır mı? Yaşamanın anlamı nasıl olabilir?
Bir evin bodrum katında yaşıyorum. Tuvaletim burası, yemek salonum, yatak odam, banyom burası. Kırk santime elli santim bir pencerem var dışarıyı görebildiğim. Bu yüzden sabah erken kalkıp dışarıyı seyrediyorum dünyanın var olduğunu anlamak için. Kuşlar ve ağaçlar bunun kanıtı oluyor bana.
Hayat nedir diyorum bazen. Soluk alıp vermek, düşünmek, çabalamak, emek vermek, üremek nedir? Neden bunca çaba? İstesek de durduramadığımız bencilce bir duygu bu: Yaşamak. Sonradan zengin anlamlar kazanmış boş bir söz. Canlı olmaktır aslı. Ağaç gibi, böcek gibi. Oysa biz ona özel anlamlar da yüklemişiz. Yiyip içmek, eğlenmek, sevişmek, renklerle başka kombinasyonlar yaratmak, olmayanı hayal etmek ve üzerine koymak gibi. Yayladaysan yanına bir de deniz hayali iliştirip güzelliği katmerleştirmek. Denizdeysen yanına yemyeşil bir doğa, soğuk içecekler, tatlılar, dondurmalar vb. oysa ben büyükçe bir mezarın içindeyim şimdi. Her gün yerimden kalkabiliyorum. Dolaşabiliyorum odamda. Bir şeyler yiyebiliyor, çişimi yapabiliyorum. Beni burada yaşatan şeyi de biliyorum. Bir gün dışarı çıkma hayali. Ama bu umut yok onu da biliyorum. Eğer bu umudun olmadığına inanırsam ne olur peki?
Bu sabah erkenden uyandım. Aslında sabah veya akşam olduğunun pek önemi yok. Sabah dediğimde gün ışığı oluyor dışarıda, akşam olunca gün ışıksızlığı. Işığa göre hareketlerimizin şekillenmesi de ilginç değil mi? Işıklar görününce haydi sabah oldu kalk diyoruz kendimize. Oysa gece görüşümüz olsaydı bunun bir önemi kalır mıydı? Demek ki gündüz gözlerimizin kapasitesiyle ilgili olarak önem kazanıyor. Oysa aslında bir önemi yok. Belki karanlıkta da görebilseydik, yepyeni renkler belirleyecektik. Zifiri kara, gri kara, açık kara, karanlık, sarı kara, ay ışığı karası vb. karanlığın elli tonu o zaman anlam kazanacaktı. Karanlık tabiri insan için nasıl şimdi olumsuz bir çağrışım yapıyorsa, o zaman da aydınlık kadar güzel bir anlamı olabilirdi. Sabahın hayrından akşamın şerri iyi diye bir atasözü bile olurdu belki. Hep sabahın olmasını bekleyen çalışmak zorunda olan insanoğlu, o zaman yirmi dört saat özgür olabilirdi. Uyumak ve uyanmak tabirleri de anlam kaybına uğrayabilirdi. Cep telefonlarındaki rahatsız etme modu da gereksiz olurdu.
Gece eğlencenin ve seksin çağrışımından kurtulup, spermsiz bir steril anlam kazanabilirdi. Çocuklar gündüz de yapılır, sabah akşam seks yapılır, kadınlar kendilerini gizlemek için karanlığa sığınamazlardı.
İnsanların büyüklük özlemleri ve büyüme tatminsizlikleri bu küçücük dar odada o kadar anlamsız görünüyor ki.
Karanlık insanın içinde olursa peki? Kara delik diye ifade edilen ışığın üzerindeki bir koyuluk mu? Yoksa ışığın ortasından geçen bir karanlık mı? Yoksa kütlesi de olan bir varlığın ışıksız hali mi? Işığın bile kendi karanlığı var içinde o halde insanın neden olmasın. İnsana kendi karanlığının gölgesi düştü mü iflah olmasına imkan yok.
Benim hikayem sadece merakla ilgili…